Bugün Katedilen Mesafe: 181 km
Toplam Katedilen Mesafe: 398 km
Aslında üçüncü günün hikayesi bir önceki akşamdan başlıyor. Sanıyorum Ömer Hoca idi, yola çıkmadan önce birisi bana İğneada'dan Kıyıköy'e balıkçı tekneleriyle geçebileceğimi fısıldıyor. Aklıma yatmak bir yana, bayılıyorum. Tekneyle kıyıya baka baka Kıyıköy'e çıkmak ve oradan İstanbul'a yol almak -olursa- iyi fikir. Akşam kahvede ağız arıyorum, taksicinin birisi alıp beni limana balıkçılarla konuşmaya götürüyor. Velakin iki sorun çıkıyor ortaya: Bir, böylesi bir yolculuk için sahil güvenlikten denizci kağıdı almak gerekiyor. İki, balıkçılar sefere 200 Lira gibi bir şeyler istiyorlar. Sabah kalk, denizci kağıdı al, üstüne 200 gayme say. Değmez diye düşünüp vazgeçiyorum.
Mekanın sahibi, Bahattin abi ile eniştesi oturuyorlar. Masaya buyur ediyorlar, gidiyorum. Ben bir yandan yiyecek içecek bir şeyler söylerken, onlar öte yandan sohbeti başlatıyorlar. Yoldan geçen çoğu "gavur" diğer bisikletçilerin öyküleri, bulunduğumuz bölgenin su kaynakları, yaklaşan seçimler...vs. Bir üniversite hocası olarak memleketin içinde bulunduğu durumu yorumlamam isteniyor; en sevdiğim şey. Derken, elektronikçi olduğumu öğrenen Eniştebey baklayı çıkarıyor: "Yav Hocam, sen bize bir dedektör yapsana, altın aramak için." Restoranın olduğu bölge eskiden Bizans yerleşkelerinden biriymiş, bir rahip varmış, cariyeleriyle yaşarmış falan filan. Velhasıl, gömü arama buralarda oldukça yaygın bir uğraş olmuş. Herkes cariyelerin altınlarının peşinde... Modern "Alman malı" dedektörlerden, muska yazıp bir horozun boynuna bağlayıp dolaştırmaya kadar epeyi bir yol denemişler. Ben "E, dedektör varmış işte..." deyince, onun ota boka her şeye öttüğünü, benden istediklerinin sadece kıymetli metallere öten bir şey yapmam olduğunu söylüyorlar. "Şu bisiklet gezisi bittikten sonra bakarız." diyorum. (Burak, ne yapsak hocam, girsek mi bu işe?) Her neyse, saat 4'e kadar falan laflıyoruz. Güneş biraz devrilecek gibi olunca da ben hesabı ödeyip yola koyulmak istiyorum. Artık sohbetim ballı geldiğinden mi yoksa dedektör gelecek yerden köfte esirgenmediğinden mi bilmiyorum, Bahattin abi bana hesap ödetmiyor. Yanıma da bir büyük şişe su veriyor fazladan. Sağolsun.
Çatalca yol ayrımından sonra orman bitiyor ama yol da bayağı düzeliyor. Arnavutköy'e kadar hala birkaç sıkı rampa var ama artık o kadarına alıştık. Yalnız hala çok sıcak ve suyum bitiyor. Arnavutköy girişinde ve büyük yokuştan önce bir küçük mola daha veriyorum. Giren çıkanın Hacı amca diye hitap ettikleri yaşlıca bir amcanın büfesinde. Hacı amca, komik ve içten biri... Ben "Soğuk su var mı?" diye sorunca "Ayıp ediyon yav, soğuk su olmaz mı?" diye yanıtlıyor. "Oturabilir miyim?" diye sorduğumda da izin istemekle ayıp ettiğimi anlıyorum. Hacı amca her lafa "Ayıp ettin"le başlıyor. Gelirken beni turist sanmış (herkes öyle sanıyor), Türk olduğumu anlayınca seviyor beni. O kadar ki, içtiklerimin parasını verip gitme vakti geldiğinde "Ayıp ettin, ne güzel geldin, sohbet neyin ettik. Gelip öküz kibin bakan da var. Para da ne? Türkten para alınır mı yav?" diyor. Zorla 2 lira verebiliyor ve Hacı amcayı biraz da küskün bırakıp ayrılıyorum.