10 Temmuz 2007

İkibindört (16. Gün)

Niksar-Ordu
Bugün katedilen mesafe: 168 km
Toplam katedilen mesafe: 2004
Bisiklet üzerinde geçen süre: 9:21

Başlarken Niksar hakkında iki çift laf etmek lazım herhalde... Erken gelince Niksar'ı akşam dolaşıyorum. Burada durma amaçlarımdan birisi bir günü kısa kesip biraz dinlenmekse diğeri de Ulu Cami'yi görmek. Niye görülür Ulu Cami? Anadolu'nun sağlam kalan en eski üçüncü büyük camisi olduğu için. Bunun dışında Niksar'ın kaydadeğer kalesi, köprüsü ve suyu var (Niksarlılar 'z'yi yutarak Ayva suyu diyorlar). Şelale Konağı var çok güzel, burada yapılan ve aynı gün içinde ikinci kez yenilen Tokat kebabı var. Güzel insanları var Niksar'ın. Başkaca da birşeyi yok (daha ne olsun?). Varsa da ben görmedim.


Sabah erken yola koyuluyorum, Akkuş'a doğru... Niksar dağın alt ucunda, o yüzden çıkar çıkmaz çıkış başlıyor. 3-4 km'lik dik bir yokuş ve ardından bir müddet iniş... Bu bir test aslında. Dağ sana diyor ki, "Kardeşim önümüzdeki 45 km boyunca durum, vaziyet böyle. Çıkabileceğini gözün kesiyorsa devam et." Eh, başladık artık. Başlangıç biraz kötüydü ama bu tırmanış o kadar da kötü değil. Hele hele Batı Karadeniz'dekilerden sonra. İlk rampadan sonra eğim biraz azalıyor, tahminen 8 ile 10 derece arasında var yine de... Böyle tırmana tırmana bir 25 km kadar gidiyorum. Başlangıçta ağaçlar seyrek seyrek ama sonraları çok güzel gürgenler başlıyor. Yukarıda, yukarıda dediğime bakmayın daha da yukarısı var, ilk yaylalar başlıyor. Biraz düzlükten sonrası yine yokuş. Çok zorlamıyor ama yine de 10-12 km daha çıkıyorum yukarı doğru. En sonunda artık yol aşağı kıvrılmaya başlıyor, kıvrım kıvrım olan yerdeki yükseklik 1957 metre. 3-4 km aşağıda Akkuş var. Akkuş'a öğlen varabiliyorum ancak, Niksar-Akkuş arası sadece 50-55 km. Bisiklet üzerinde geçen süre 6 saat. Anlayın artık. Büyük inişten önce bir şeyler yemek lazım, ne de olsa aç karnına inilmez. Akkuş'ta yemek ve ihtiyaç molası...

Akkuş'tan sonra büyük iniş diye bir şey yok. Yol biraz iniyor, sonra düzeliyor, sona biraz çıkıyor, sonra tekrar iniyor. Tamam, inişler düzlüklerden de çıkışlardan da daha uzun ama öyl vızzzt iki bin metrelerden sahile geldim olmuyor. Yavaş yavaş, 50 km yol tepe tepe iniyorsun Ünye'ye... İnerken, dev uçurumların, muazzam yeşillikteki vadilerin kenarından geçerek. Buralarda artık sahile kadar sürecek fındık ormanları da başlıyor. Niksar-Ünye arası 108 km; bunun 100 km'si dağda geçiyor, ama çıkarak ama inerek. Manzara yolculuğun şu ana kadarki en güzel manzarası, etap da en keyifli etaplarından biri... Ortaokul kompozisyonu tadında tasvirlerin adamı olmadık, olamadık. O yüzden manzarayı gören görmüştür, bilen bilir, bilmeyen de gitsin yerinde görsün diyerek anlatalım. Yolun bu ilk ve önemli kısmında şehirler yok, tarihi hanlar, hamamlar, insanlar yok, konuşma yok, izleme, gözlem yok. Sadece çok güzel dağlar, ormanlar, yollar, bisiklet ve ben varız. Yalnız.

Ünye'ye girmeden önce bir benzin istasyonunda duruyorum, sıvı tahliyesi ve tedariki için. Hazırlıklıyım da ama markete bakan çocuğu, daha doğrusu burnunu görünce, hipnoza girmiş gibi oluyorum. Olamaz! Burun sağa dönüyor, ben de sağa bakıyorum; sola dönüyor, ben de aynen. Artık şüphe yok, Karadeniz'deyim.

Ünye'den sonrası Ordu'ya kadar dümdüz. Bu aynı zamanda Karadeniz duble yolu ile de ilk kavuşmamız. Yol kaymak gibi ama yolunda gitmeyen bir şeyler var. Ben sağımda yeşil fındık bahçeleri, solumda deniz hayal etmiştim. Oysa sağım birbiri ardına apartuman; fındık bahçeleri ve yeşillikler artık içerde kalmış. Solumsa deniz ama yeni yol denize fazla uzak. Karşı tarafta eğer yine binalar yoksa, gelen geçen vesaitten deniz görülmüyor. Kısacası, yoldan başka birşeyi göremeden, öylecene dümdüz gidiyorsun. Çok sıkıcı...

Bu sıkıcılık içinde, Ordu'ya kadarki yegane eğlence Nefise Arçelik Tüneli... Ordu'ya gelmeden az beride... Yol sahilden değil, içerden geçiyor. Nefise Arçelik ya da Ordu Tüneli'ni geçtikten hemen sonra da şehre giriyorsun zaten. Tünel 3800 metre uzunluğunda, memleketin en uzun karayolu tüneli imiş. Tevekkeli, yaklaşırken "Radyoyu açın, dinleyin," "Rahat olun," "Sıkılmayın," "Tünel dediğin ne ki?", "Tüneli seveyim, sana bir şey olmasın" falan türünden ışıklı levhalar var. Ben tünele girerken bir anons geliyor "Achtung Achtung! Tünele bisikle girmek yasaktır". İyi güzel de, tünele gelinceye kadar 20 km yol geldik. Üstelik yolda bir yerde olsun bisiklet üstü kırmızı kuşak tabela görmedik. Bir de tünelin öte ucu Ordu. Alternatif: 20 km geriye git, sonra sahil yoluna vur, 40 km da orası eder; al sana sana fazladan 60 km yol. Yemez. Dalıyorum tünele... Aynı anons bir daha yapılıyor ama nafile. Ben bu tünelden geçerim arkadaş. Çıkışta ekip arabası tarafından durdurulmaya da hazırlıklıyım. Hatta çıkışta ekip arabası göreceğimden eminim bile ama şaşırtıcı bir şekilde kimsecikler yok. Şeytan diyor ki, "Geç karşıya, girişe bir daha git, gel. Anonsçu arkadaşı da deli et". Şansımı çok zorlamanın alemi yok, zaten hava da kararmak üzere. Yola devam edip akşamüstü Ordu'ya varıyorum.

Orfdu itibariyle, yolculukta kazasız belasız ikinci bin kilometreyi de deviriyorum. Üstelik, -yolun sonlarını saymazsak- artık çıkışları bitirdik, burdan sonrası bayır aşağı. Bir kutlama lazım. Onu da akşam bir duble rakıyla yapıyorum, otelin terasında Ordu'yu ve denizi seyrederek....

Resimler: Yollardan, İsim budur, Karadeniz'de bir günbatımı.

08 Temmuz 2007

Tokat'tan Niksar'a (15. Gün)

Tokat-Niksar
Bugün katedilen mesafe:58 km
Toplam katedilen mesafe: 1836 km
Bisiklet üzerinde geçen süre:3:34
8 Temmuz 2007, Pazar

Bisiklete binenler bilir; iyi esen kaşı rüzgar benim diyen yokuştan daha çok yorar adamı. Önceki gün öylesine 120 km pedal çevirince yorulmuşum,. Yorulduğumu Tokat’a varınca anlıyorum. O yüzden burada biraz dinlemek lazım.

Tokat’a girerken Yeşilırmak karşılıyor beni (ucuz edebiyat), ya da başka bir deyişle, Tokat’a girerken Yeşilırmağı görüyorum, şaşırmıyorum (alıntılı edebiyat). Gelgelelim bu dediğim şehrin Karşıyaka denilen girişinde; merkeze yaklaşırken yol ile ırmak ayrılıyor birbirinden. Yanisi, Amasya gibi ırmağın üstünde değil, kenarında kurulmuş Tokat. Irmaksız merkezde öğretmenevi varmış, benim görmek isteyeceğim yerlerin de dibindeymiş, oraya yöneliyorum.

Resepsiyondaki kız sevinçle “Hocam çok güzel zamanda geldiniz. Tam Tokat kebabı zamanı şimdi, yemeden Tokat’tan ayrılmayın.” diyor. Tamam, çok güzel! Ben de zaten Tokat’a Tokat kebabı yemeye geldim. Ama ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Üstelik benim gibi Antep’te yetişmiş bir Adana’lı için “kebabın zamanı” kavramı bir oksimoron. Ama Allahtan bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Sorunca öğreniyorum: Tokat kebabı, taze yaz sebzeleri ve kuzu etiyle hazırlandığı için şimdi tam mevsimiymiş. Kışın turfanda sebzelerle yapıldığı da oluyormuş, daha çok turistik yerlerde, ama lezzet aynı lezzet değilmiş. Ne yazık ki, ben yerleşeyim, duş alayım, çıkayım deyinceye kadar biraz geç oluyor. Tokat kebabından yemek sabaha kalıyor. Kebap yerine yiyecek daha “ufak tefek” birşeyler ve daha çok da bolca sıvı alıp öğretmenevine dönüyor ve “dinlenmeye çekiliyorum”.

Artık alışılmış ve
anlaşılmış olacağı üzere Tokat’ta da gün erken başlıyor benim için. Ali Paşa Hamamı ve Camii var merkezde;Karşılıklı bu iki binayı da 1570’li yıllarda II. Bayezid’in damadı yaptırmış (Bilin bakalım damadın ismi ne?). Hamam için bendeki kitapların birinde “Dış görünüşü itibariyle Türkiye’nin en güzel hamamlarından biridir” yazıyor. O kadar çok hamam görmedik ama doğru olabilir. Çift kubbeli mimari gerçekten de çok yakışıklı. Kubbelerden biri erkekler, diğeri de kadınlar hamamı için. Bendeki yorgunluk biraz da psikolojik, öyle uyku falan kar etmiyor, geçse geçse ancak şöyle güzel bir hamam sefası ile geçer. Eh, tutan ya da de kovalayan day ok; öyle olunca ayanamayıp dalıyorum Ali Paşa Hamamı’na… Öncekilere göre çok büyük, çok gösterişli; diğerleri hamamsa bu daha çok bir yıkanma kompleksi (“Yıkanma kompleksi” nedir abi?). O gün bir düğün varmış, ailenin tüm erkekleri toplaşıp gelmişler; sonuçta kese için biraz sıra bekliyorum. O beklemeye de değiyor, hamamdan çıktığımda pamuk gibiyim.


Tokat’ta tarihi eserlerin neredeyse tamamı şehrin eski kısmında, birkaç kilometrekarelik bir alanın içinde. Bunların da epeycesi, şehrin gururu Gazi Osman Paşa’nın isminin verildiği ana cadde üzerinde. O yüzden gezmesi çok rahat… Ali Paşa Camii şehirdeki camilerin en büyüğü olmasına rağmen daha önce benzerlerini görmüş olunca çok etkilemiyor. Taşhan var, çok güzel bir bina ama şu anda restorasyonda. Ben biraz korsan giriyorum. Bina şimdi de “Benim” diyor ama asıl içinde dükkanlar ve insan hareketi olunca görmek lazım herhalde. Şehirdeki medrese, tabii ki ismi Gök Medrese, şimdi müze olarak kullanılıyor. Medreseden bozma müze etkileyici ama sanki biraz bakıma ihtiyacı var.

Aslında aynı şey tüm Tokat için geçerli… Tokat, eski şehri itibariyle tarihi bir hazinenin üzerinde oturuyor ama o hazine kaybolmak üzere. Eski evlerin, konakların çoğu harap olmuş, bedestenler ya yıkılmış ya da toprağın altında kalmış. Birkaç eserde onarıma başlamışlar ama sanki bu kadar geç kalmasalarmış daha iyiymiş. Tokatlılarla konuşup Amasya’dan bahsedince genelde “Amasya da şehir mi canım? İki dağ arasına sıkışmış kalmış. Bak Tokat’a… Hem Amasya’dan daha eski, hem de yeri düz” diyorlar. Ama orada yapılabilen burada yapılmamış ya da birşeyler yapıldıysa da geç kalınmış. Sonuçta Tokat viran olmuş biraz.

Sağlam kalan ya da bir şekilde onarılmış yapılar daha çok camiler. Çoğunun avlusu bu yaz günlerinde çocuklar için oyun bahçesi… Tabii namaz vakitleri dışında. Namaza yakın, ya cemaatten biri ya da imam gelir gibi oluyor, çocuklar çil yavrusu gibi dağılıveriyorlar. Bir ara durup fotoğraf çekecek oluyorum, çocuklardan biri gelip “Camiyi cekip de ne yapacan? Onu çekme, beni çek” diyor. Adı Nihat. Nihat bir yerde haklı. Camiden vazgeçmiyorum ama onun da bir resmini çekiyorum.

Amasya’daki gibi genelde camilerin kapısı kilitli. Sebep aynı sebep.., Çoğunu pek de merak etmiyorum aslında; merak ettiğim bir tek Ulu Cami var. 13. yüzyıl yapısı ama yılı pek bilinmiyor. Orası da kapalı… Etrafında dolanırken Ahmet geliyor, küçük bir velet. Resmini çekmemi istiyor. Tokatlı çocuklar pek bir özgüvenli bu konuda. Avludan “Gel gel” eden biri var, Ahmet’in dedesiymiş. Hoca gelip camiyi açana kadar onunla laflıyoruz dereden tepeden. Az sonra hoca da gelip kapıyı açıyor; Ulu Cami dışarıdan son derece mütevazi görünen bir yapı ama içerisi bambaşka bir alem. Harikulade güzellikte süslemeleri olan bir ahşap çatısı var. Kolonlar desenli, desenler şahane. Caminin hikayesi aslında çok “Turkish”. Dayanamayayım, bir sonraki parağrafta anlatayım.

Eskiden cami, kolonlar ile aynı desenlere sahip Acem dokuması halılara sahipmiş. Daha sonra kolonların üzerini –bilmiyorum ne zaman ve niye- sıvamışlar. Öyle böyle cami bu yüzyıla kadar gelmiş. Derken, her ne akla hizmetse demişler ki “Bu halıları müzayede usulü satalım”, halıları İstanbul’a göndermişler. Bu arada Bakanlık ya da Vakıflar tarafından müzayede durdurulmuş. Ama yolda bir yerlerde halılar da “uçmuş”. Bir depremde kolonların sıvalar kısmen dökülüncen alttaki motifler çıkmış ortaya. Cami üzerinde çalışan bir akademisyen, halıların kaldırılmadan önceki resimleriyle karşılaştırınca farkemiş ki kaybolan halılarla kolonların üzerindeki desenler aynı. Bunun üzerine sıvaları tamamen söküp kolonların süslemelerini tekrar ortaya çıkarmışlar. Bu yakınlarda da Tokatlı işadamları önayak olmuş, orijinal desenli makina halıları dokutulmuş ve camiye konulmuş. Böylece cami biraz yapay da olsa orijinal görünümüne kavuşmuş. Tabii orijinal halılar şimdi kimbilir nerede?

Öğlen… Nihayet Tokat kebabı ile tanışma vakti... Tokat kebabı lezzetli bir şey; sebzeli, etli şişi kömür fırınına diklemesine koyup öyle pişiriyorlar, sebzeninve etin suyu pişerken birbirine karışıyor. Yanında közde tüm sarımsak ve lavaş ekmeği de veriyorlar. Daha ne olsun; dürüp dürüp yiyorsun. Ben ki, çiğ ya da pişmiş, sarımsağı sevmem, ona rağmen sarımsak kalmadı tabakta. Tokat kebabı o derece, anlayın. Hey gidi günler! Amerikalı arkadaşlar mangala davet ederdi. Arada sırada şiş kebap da yaparlardı ama onların “şiş kebabı” dediği kompozisyon yarım patlıcan, yarım biber, yarım soğan, bir portobello mantarı ve yumruğum kadar bir parça etin ayı şişe dizilmesinden ibaret. Tabii parçalar o kadar kocaman kocaman doğranmış olunca hemen hiç bir zaman adam gibi pişmezdi. Gelgelelim, bizi sebzelerin çiğliğinden ziyade bizi derbeder eden etin azlığı olurdu. Yarma Türk tayfası olarak, “Layn olm, buradan çıkışta marketten kıyma alalım da köfte yapalım, adam gibi karnımız doysun” derdik. Öküzmüşüz hakikaten, meğersem adamlar bize Tokat kebabı yaparmış, hiç haberimiz olmazmış.

Bu güzel anıdan sonra devam edelim. Kebabı da yedik, artık yola koyulma vakti… Karar verdim, bugün uzun sürüş yok; yolculuk sadece Niksar’a kadar, o da taş çatlasa 60 km. Ancak yine de yola erken çıkıp Niksar’a erken varasım var. Belki de yol yakın olunca “Hai patlak lastikleri de tamir ettireyim de yola öyle çıkayım” diyorum. Dediğim anda da başucumda bir çocuk bitiyor:“Abi, tartıyım mı?”. Çok temiz yüzlü… Tartı da bahane, aslında bisikleti merak etmiş. Bir bisikletçi tarif ediyor, ben de ona çıkarıp bir lira veriyorum. İtiraz… Tartılmazsam almazmış. Tartıcı çocukların prensipli olanlarının oldum olası hastasıyım. İyi bari, tartılıyoruz. Bisikletçi yok, kalfası var. Tamire girişiyor. Usta az sonra geliyor. Acayip sıcakkanlı bir adam. Aslında tanıştığım tüm Tokat’lılar öyle... Benim bu bisikletle dolanma hikayesine bayılıyor. Gençliğinde o da çok dolaşırmış, o yüzden. Tamir bitene kjadar çay içip epeyi bir laflıyoruz. Usta seviyor beni, Tokat kebabı yedirmeden beni bir yere göndermeyeceğini söylüyor. Daha yarım saat önce yediğime zor ikna ediyorum. Borcumu soruyorum, küfretmişim gibi bakıyor. Para da veremiyorum. Kastamonu’dan tanıdık bir durum… Velhasıl, Tokat’tan, yıpranmışlığına biraz üzülerek ama insanlarına olanca sıcak hisler besleyerek ayrılıyorum. Yolculuk artık Külebi’nin “vaktiyle bir serçe kadar hür olduğu” yere, Niksar’a… Gördüğünüz gibi bugün çok edebiyiz.


Niksar yolu yine bağlık bahçelik… Rüzğar yine karşıdan esiyor ama Allahtan bugün yol kısa. Yaklaşık 30 km boyunc hafif hafif tırmanıyor yol. Ondan sonra asıl yokuş başlıyor: Önce 3-4km, biraz dinlendirdikten sonra bir 7-8 km daha. Tepeden Kelkit Havzası ve Niksar Ovası’nın görünüşü muhteşem. Karşıda Doğuı Karadeniz Dağları var; doğuya doğru da benim güzerğahım kuzeye doğru da bitmezmiş gibi uzanıyorlar. Niksar ovanın ucunda, bu dağlara yaslı… Yolda istikametimi söylediğim birkaç kişi, Akkuş Yokuşu’nu nasıl çıkacağımı soruyordu. Şimdi buradan bakınca aynı soruyu ben de soruyorum aslında ama bu akşam Niksar’dayız. Yarına Allah kerim.

Resimler: Tokat kebabı, Tellaklar, Nihat, Ahmet ve dedesi, Niksar'da Ulu Cami'nin avlusunda imamı görünce kaçan çocuklar

Amasya'da bir Gavur (14. Gün)

Amasya-Tokat
Bugün katedilen mesafe: 123 km
Toplam katedilen mesafe: 1778 km
Bisiklet üzerinde geçen süre: 6:13
7 Temmuz 2007, Cumartesi

Zamanın ötesinden bir yorum olacak ama gezi bitti sevgili meraklılar. İstanbul’a dönüşte yazıları hızla tamamlarım diyordum. Umduğum başıma gelmedi. Araya iş-güç, ufak bir-iki seyahat ve konuklar girdi; yazılara ara verilmesi gerekti. Elimden geldiğince kaldığım yerden, Amasya’dan, devam.

−Gavur, gavur da olsa böyle saygılı işte!

Amasya’daki sayısız tarihi camiden birisinin karşısı… İki teyze kapı önüne çıkmışlar oturuyorlar. Biri diğerine söylüyor bunu, benden ötürü. “Gavur” olduğum için duysam da anlamam ya! İkincisi onaylıyor. Gavurluğumu mu, yoksa edebimi mi, o kadarını bilmiyorum. Caminin kapısına bir zincir bağlamışlar ama gevşekçe, herhalde hayvan falan girmesin diye, onu açıp içeri giriyorum. İçeride azıcık dolanıp çıkıyorum. Çıkarken de zinciri geri takıyorum yerine… Saygıma atıf ordan, gavurluk da ayaktaki şorttan herhalde. Söyleyen genç olsa giderken şaşırtmak için bir “iyi günler” falan çekerdim ama yaşlı ve tatlı teyzeleri mahçup etmek yok gavurun kitabında… Sessiz sedasız uzuyorum.


Kastamonu gibi Amasya’da da cami çok. Hatta bizim konağı iki adım ötesi cami. Camlar açık… Sabah ezanı benim odanın içinde okunsa ses daha az olur. Netice: Sabah 5’te ayaktayım. Bir yarım “Hadi pabuçları giyip koşarayak Amasya’yı gezeyim” öbür yarım “Bok yeme, daha dün yüzdoksanküsur kilometre yol teptin, öğleden sonra da Tokat’a kadar gidecen” diyor. Kazanan sol yarım, acemi yarım, zavallı yarım. Dışarı çıkıyorum ama koşmak için değil, yürüye yürüye şehir turuna başlamak için. Ücrete dahil kahvaltıda gözüm yok. Eninde sonunda öğlene kadar Amasya’dayım; vakit kahvaltıdan daha değerli.

Teyzelerin komşusu olduğu cami şanslı olup içini görebildiğim binalardan biri. Oysa çoğu tarihi eserin içine giremiyorum. Kapılar kilitli… Bir çok girenin her biri halı, kilim ne bulduysa yürütmüş zamanında, o yüzden. Ben görebildiklerimden bahsedeyim.

Biraz seyahat kitabı ağzı olacak ama Amasya’ya gidenlerin kaçırmayacağı bir eser Beyazıt Camii. Hem şehrin göbeğinde, hem de külliyesi ile beraber bayağı büyük bir alan kaplıyor. Bahçesi çok güzel, kendisi de değişik mimarisinden dolayı etkileyici. Mimarinin nesi değişik? İlk bakışta Anadolu’da ya da İstanbul’da gördüğümüz Osmanlı camilerinden biri gibi duruyor ama benzerlerinden farkı tek değil iki ana kubbesinin olması. Kubbelerin çapı aynıymış ama derinlikleri arasında çok az bir farklılık var(mış). Bilenler vardır mutlaka ama ben daha once örneğini görmemiştim, hoşuma gitti. Tabii, içindeki süslemeler, şunlar bunlar da güzel. Bu arada, gün içinde aynı tarzda ama daha küçük başka örnekler de görüyorum. Demek ki buralarda çifte kubbe o kadar da nadir bir şey değil.


Ekose gömleklilere ilginç gelebilecek bir başka bina da Kapıağası (bir başka adı Büyükağa) Medresesi. Harikulade güzel, sekizgen bir mimarisi var. Klavuzda, “Sekizgen yapının ilk kullanıldığı eserlerden biridir.” yazıyor. Sekizgen türbe gördüm daha önce ama bu mimaride, bu kadar büyük bir yapı gördüğümü hatırlamıyorum. (Hakkını verecek bir resmini çekebilmek için beş katlı bir inşaatın tepesine bile çıktım ama sanki inşaatın karşısındaki tepeden sonuç daha iyi olacaktı. Neyse, bir dahaki sefere de o tepeden çekeriz.) Medresenin içi yatılı Kuran kursu… Ben gittiğimde çocuklara yemek dağıtılıyor. Şortlu mortlu ortalıkta dolaşınca bana biraz garip bakıyorlar ama herhalde onlar da gavur sanıyor, kimsenin bir şey dediği yok.


Başka… Kaydadeğer bir eser de, Selçuklular’dan kalma Darüşşifa. Yine çok etkileyici olan bu bina restore edilmiş, şimdi konservatuar olarak kullanılıyor. Avluda bir kafe var; kurulu düzenek, akşamları buranın türkü bara dönüştürüldüğünün ipuçlarını veriyor. Zaten Amasya’da her yerde türkü söyleniyor ya da çalınıyor. Darüşşifa’nın bir odasını “Müzik Enstrümanları Müzesi” olarak ayırmışlar. Diğer odaların çoğu sınıf, içerden daha çok bağlama ve koro prova sesleri geliyor.


Mustafa Bey Hamamı var Amasya’da… Yapım yılı 1436. Şehirde kullanımda olan hamamların en eskisi. Benim gördüğüm en yaşlı hamam. Türkçeciler başıma çöreklenmesin diye geriye sarıp düzeltiyorum. Benim gördüğüm en eski hamam. Daha dört gün oldu yıkanalı, yıkanmayacağım, ama içeriyi görrmemek olmaz. Müsaade alıp giriyorum. Kastamonu’daki Araba Çarşısı Hamamı’nın tıpkısının aynısı ama daha büyüğü. Benzeri pek çok tarihi hamam gibi sadece erkeklere açık. Er ve erbaşlar da girebilir. Ballandırabilip ballandıramadığımdan emin değilim ama gezi başından beri tutturdum bir hamam, yazıp duruyorum. Tesadüf, hepsi de erkeklere açık. Ola ki merak eden hanım okuyucu varsa diye buraya hamamın içinden bir görüntü koyuyorum. Flaş açık.

Yarım günlük turistik Amasya turum, şehre tepeden bakan yamaçlardaki kaya mezarlarına çıkış ile son buluyor. Kaya mezarları da, buralarda hemen her şehirde görülen kaleler gibi; uzaktan güzel ama yakınına giince pek birşey yok*. Yine de Amasya’ya bakan tepelere çıkmaktan gocunuyor değilim, yukarıdaki şehir manzarası çok güzel.

Mezarlar son dediysem de asıl son durak yerel yemekler yapan bir lokanta. Boş mideyle pedal çevrilmez. Bakla dolması yememiştim önceden, bir de eski bir tanıdık toyga çorbası var, ikisinden söylüyorum. Ama doya doya yemek zararlı; hava sıcakca biraz ve az sonra yolculuk var. O yüzden tabakları yarım bırakıp kalkıyorum. Oburluk bir dahaki ziyarete kalsın. Ne de olsa dolu mideyle pedal çevrilmez.


Yemek sonrası, konaktaki eşyaları toplayıp tekrar bisiklete yüklüyorum. Bir de lastik meselesi var: Bir önceki akşam yarılan lastiği atıp yenisini takıyorum. Yüküm 200 gram daha hafifliyor. Artık istikamet Tokat. Bütün gün uçarcasına yürüdüysem de öyle yarım günde gezilecek gibi degil Amasya; ancak 3’te çıkabiliyorum şehirden.

Yola geçeceğim ama Amasya için bir son söz… Gezerken de yazarken de kafamda Kastamonu ile kıyaslamalar var. Her iki şehirde de ne meraklısı için görülecek ve gezilecek yerlerin haddi hesabı var, ne de görülen ve gezilen yerleri anlatmanın sınırı. Amasya’da restorasyon ve turizme önem verilmesi daha önce başlamış, güzel de olmuş; bu avantaj dolaşırken açık açık hissediliyor. Şehir hakkında bir bu kadar daha da yazabilirim, örneğin yivli minareli camiyi, müzeyi, gök medreseyi, kaleyi hiç anlatmadım ama biliyorsunuz turizm broşürü imajından özellikle imtina ediyoruz. Merak eden kendi gider, görür, hayran olur, gelir. Budur.


Yeniden bisiklet üstündeyiz. Amasya-Tokat arası 120 km kadar. Aklımca bir önceki günün ardından bugün bir nevi dinlenme günü olacak. Nanay! Dün, Amasya’ya gelirken arkama aldığım rüzgar kuzeye doğru çıktığım için bugün karşımda. Yol boyu gıdım gıdım ilerliyorum rüzgara karşı, yanaklarım yanıyor. Üstelik “dünya ve Olimpiyat şampiyonu, bir Amasya aşığı” ve MHP Amasya milletvekilliği adayı Mahmut Demir’in seçim minibüsü nedense takıyor bana, iki defa bacağıma teğet geçiyor. Üstelik Tokat yolları hakikaten de taşlı arkadaşlar; rüzgar olmasa da zemin bozuk, öyle çok hızlı gitmenin olanağı yok. O kadar ağladıktan sonra güzel şeyleri de yazayım. Yol genel olarak düz, öyle çok iniş çıkş yok. Üstelik yol üstünde çok güzel bahçeler ve sıra sıra kavak ağaçları var. Ta Tokat’a kadar kavakları seyrede seyrede gidiyorum. Rüzgar olmasa çok keyifli bir yol aslında.

Velhasıl-ı kelam, beklediğimden biraz zor olduysa da akşam hava kararırken ulaşıyorum Tokat’a. Şehrin dışındaki büyük otellerde düğünler var, elektrobağlama sesleri, org sesleri hepsi birbirine karışmış çınlıyor. Çalınan tanıdık, illaki ve mutlaka Ferhat Göçer’in “Cennet”i. Allahım bu ızdırap ne zaman bitecek?!

Resimler: Olmazsa olmaz Kızılırmak ve konaklar kompozisyonu, Amasya'da bir sokak arası, Kapıağası Medresesi'nin avlusundan, Müzik Entrümanları Müzesi'nde müzik enstrümanları, Hamam, Biri sizi gözetliyor, Kaya mezarlarından Amasya.

Uzun Gün (13. Gün)

Bafra-Samsun-Amasya
Bugün katedilen mesafe: 192 km
Toplam katedilen mesafe: 1655 km
Bisiklet üzerinde geçen süre:9:14
6 Temmuz 2007, Cuma

Bafra-Samsun arası 60 km. Ufak tefek rampalar varsa da genelde düz bir yol bu, 2-2.5 saatte bitiyor. Bisikletle... Samsun'u en son 13-14 yaşlarındayken ziyaret etmiştim ama nedense burada bende merak uyandıran çok fazla bir şey yok. Amisos Hazineleri hariç. 94'te bir yol kazısı sırasında çıkarılmış, şimdi Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor. Bizim millet müzeye girdi mi en çok ya silah bölümünde ya da hazine kısmında oyalanır. Eh, ben de Türk olduğuma göre, hazine görülecek.

Müzeye gideriz elbet ama yol üstünde büyücek bir cami var, önce oraya uğramak lazım. Çok etkileyici olduğundan değil; avlusu kalabalık, belki güzel bir iki fotoğraf çıkar. Bugün cuma ve sela verilmesine az bir zaman var. Caminin karşısındaki çarşı içine girip bisikleti koyacak bir yer arıyorum. Arada biri çıkıyor. Mahalle maçlarında oynayan abiler vardır ya; ille forvet oynayıp devamlı top isteyen ve aldığı toplara burun vurup dağlara taşlara gönderen... Öyle bir tip. Yalnız, bilgili... Çok bisiklete binmiş zamanında, yanındaki çocuğa benim bisikletle ilgili bir şeyler anlatıyor. Anlattıkları doğru. Sadece bisiklet olsa... Benim arkadaki ayakkabıları gösterip "Vay, aynı zamanda koşucuyuz ha!" diyor. Ben koştuğum halde koşucu ayakkabılarını tanımıyorum, abi tanıyor. "Hadi, biz bisiklete göz kulak oluruz, sen camiye git, ne göreceksen gör, gel." diyor. Söz dinliyorum.


Dedim ya, namazdan biraz önce... Elim yüzüm ter içinde, içeri temiz temiz gireyim diye abdest alanların arasına dalıyorum. Ben böyle elleri, kolları, yüzü rastgele yıkarken farkediyorum: Yaşlı bir amca durmuş, öyle yandan bana pis pis bakıyor. Bir şey söylemiyor ama bakışlar "Lan, bu ne biçim abdest?!" bakışları... Ayakta da şort var. İzah etsem mi diye düşünüyorum ama neyi izah edecem? Amcanın delici bakışları altında "abdest"i bitirip uzaklaşıyorum. Merkez Camii imiş orası. İçinde ve dışında birkaç kare çektikten sona yola devam.

Samsun'la ilgili ne var? Dediğim gibi müze var. Zaten küçük; hazineyi de, diğer parçaları da görüp çıkıyorum. Hazine hakikaten göz alıcı... Bu arada Anadolu müzeleri hakkında bilmeyenler için küçük bir not. Bunların hepsinde fiyat standart, 2 Lira. Çoğunda binanın yarısı arkeolojik, diğer yarısı da etnografik eserlere ayrılmış durumda... Küçük olduklarından gezmeleri çok kolay ve zaten hepsinde birbirine benzer kalıntılar var. Gel gör ki, arada kayda değer şeyler de çıkmıyor değil.

Başka... Samsun'da Suna Vidinli var. Suna Vidinli kim? Demokrat Parti'nin Samsun 1. sıra milletvekili adayı. DP hiçbir masraftan kaçınmamış, Samsun'u Suna Vidinli'nin posterleri ile kaplamış. Posterler, Suna Vidinli için "Türkiye'nin gururu, Samsun'un kızı" yazıyor. Ben de Türkiye'nin gururu olmak istiyorum ama gururun yolu Mehmet Ağar'la yanyana fotoğraf çektirmekten geçiyor. Heyhat!

Samsun'da yok yok... Samsun'da Recep Tayyip Erdoğan var. O gün saat 2'de Samsun'da seçim mitinginde başbakan. Zaten, sabah yol boyunca AKP afişli minibüsler geçti yanımdan; mitinge adam taşıyorlar. Öğlen, ezan okunurken ben Samsun'dan ayrılmak üzere yola düşüyorum. Yolda karşımdan Recep Tayyip'in makam arabası geliyor. Ben ayrılıyorum, o şehre giriyor. Yol yayalara ve araçlara kapalı ama bisikletlilere nedense bir yasak yok. Ya hani bunlar muhafazakar partiydi? Hadi benim bahanem var, seferiyim ya da zındığın tekiyim de, cuma kılınırken başbakanın yolda sokakta işi ne?


Daha önce de dediğim gibi, Samsun'dan sonra yolculuk yine içeriye, Amasya'ya... Hava sıcak, sıcaktan da öte rutubet fazla. Yol hem çok kalabalık, hem de zemini çok bozuk. Düz alsfalt dökmüşler, altyapı yok. Sıcak havada ağır vasıta yüküne dayanamayıp yamulmuş. Hem kandak kundak, hem de yapış yapış. Tekerlerden döndükçe yoldan "hışşş hışşş" sesler geliyor; selobandın açık yüzünde gider gibiyim. Bu böyle 20-25 km gidiyor. Yol üzerinde Çadır Tesisleri var, durulası ve kuyu tandırları yenilesi bir yer. Valla Kanyonu'ndaki gibi -çaktırmayan- hafif bir eğim var, 640 m. yüksekliğe kadar çıkıyor yol. Ondan sonrası Kavak'a kadar iniş... Kavak-Havza arası da düz. Arkadan akşam rüzgarı da esmeye başlayınca Havza'ya kadar yol uçarcasına geçiliyor.

Havza'dan sonra Amasya'ya 40-45 km var; yol buralarda düzeliyor biraz. Karanlık bastıracak olunca mı yoksa yeni mi ısınıyorum, nedir, Havza-Amasya arasını da bayağı hızlı katediyorum. Rampayı çıkarken bir ara ümdi kesip geceyi Havza'da geçirme planları yapmıştım ama 9'a doğru da olsa Amasya'ya ulaşıyorum. Bu arada, Havza'da son depar öncesi bir su molası... Buralarda çokça olduğu gibi çay ikram ediliyor, konuşuyoruz. Benzinci, "Abi, arka lastik gitmiş." diyor. Ben "Tozdan topraktan öyle gözüküyordur, o daha beni çok götürür." havasındayım ama bir bakıyorum, hakikaten de arka lastik boylamasına dilim dilim yarılmış. İç lastik içerden çıktı çıkacak. Yine de lastikler öyle böyle beni Amasya'ya kadar idare ediyor. Lastiğin yedeği var; aman ne güzel, yarından itibaren yüküm 300 gram daha azalıyor.

Bilmeyenler için Amasya'nın girişi çok güzel. Düz ovada giderken, yavaş yavaş dağların arasına, bir vadiye giriyorsunuz ve kıvrım kıvrım gidiyorsunuz. Bir dolu kıvrımın sonunda karşınıza Yeşilırmak üzerinde kurulu Amasya çıkıyor. "Irmak boyunca bir sıra eski konak sizi selamlıyor." desem çok mu Türk köşeyazarı ağzı olur? Ev seni nereye selamlayacak, selam melam yok. Irmak boyunca konaklar var işte. Görüntü çok güzel... Konaklar, ırmağın kale tarafında. Amasya Kalesi, Boyabat Kalesi gibi; yüksek bir tepenin üzerinde şehrin üstüne yıkılacakmış gibi duruyor. Kaleye çıkan dik yamaçlarda kaya mezarları var. Hem mezarlar, hem kale gece çok güzel aydınlatılıyor. Amasya'nın gece görüntüsü hakikaten müthiş.


Bendeki kitaplarda konaklardan bir ikisinin restore edilip pansiyon olarak açıldığından bahsediliyor ama anlaşılan kitaptaki bilgi biraz eski kalmış. Çünkü onarılıp otel/pansiyon yapılmamış konak yok gibi... Bunlardan birine yerleşiyorum, otelin lokantasında bir şeyler atıştırıyorum. Güveçte çoban kavurma ve salata... Tadı güzel ama ben hala Şenpazar'da yediğimi tercih ederim. Yemek sonrası ayaküstü bir şehir gezintisi... Bu akşam sefasında belli oluyor; Kastamonu'da olduğu gibi yarın Amasya'dan öyle kolay kolay çıkış yok.

Resimler: Samsun'da cami önü, Kara Kuvvetleri Bir, Amasya'dan bir akşam görüntüsü.

Dog Day Afternoon* (12. Gün)

Sinop-Bafra
Bugün katedilen mesafe: 126 km
Toplam katedilen mesafe: 1464 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 6:54
5 Temmuz 2007, Perşembe

Çoğu sabahlar gibi Sinop'taki de erken başlıyor ama yolculuk hemen değil. Önce denize bir girip çıkıyorum. Kahvaltının ardından şehir turu var. Mahsustan ağırdan alıyorum ki öğlen olsun; mantı yemeden Sinop'tan ayrılmak yok. Sinop usulü mantıda yoğurt yok, onun yerine ceviz serpiştiriliyor. Müşteri aradaki farkı görebilsin diye de tabağın yarısını yoğurtlu, yarısını cevizli getiriyorlar. Bir de nokul var. "Bir nevi tava çöreği" mi diyelim nokulu tarif için? Kıymalı ve peynirlisinin yanında kurabiye tadında, üzümlü yapılanları da var. Böyle bir şey işte nokul. Bilmeyenler için... Bilenler de tarifin yamalaklığı için kusuruma bakmasın. Bedesten'in içinde, ikisini de yapan şirin bir yer buluyorum. İkisinden de sipariş ediyorum. Başka zaman olsa gözünün yaşına bakmam ama hava sıcak, yol uzun. Öyle olunca ikisinin de ucundan azıcık alıp yola koyuluyorum.


Sinop-Samsun arasındaki yol, İbrahim Tatlıses ağzı ile yazacak olursak, iki biçim. İlk 70 km engebeli... Buralarda artık Batı Karadeniz'in dik yamaçları yumuşuyor; öyle 5-6 km'lik dik iniş-çıkışlar yoksa da 1-2 km'lik hafif rampalarla geçiyor yol. Sadece 60. km'ye doğru uzunca bir yokuş var. Hani Amasra-Şenpazar arasına roller-coaster demiştim ya, bu onun çocuklar için olan versiyonu (gibi). Sinop'a yakın daha çok bağlar, bahçeler ve bolca tezek kokusu içinde, Sinop'tan biraz uzaklaşınca da gürgen ve çam ormanlarının arasında gidiyor yol. Her iki halde de manzara güzel...

Güzel bir imbat yolculuğa eşlik etse de sıcak bir hava var. Suyum da bitiyor. Bir kendinpişirkendinyecide duruyorum, galiba son yokuştan biraz önce. Yiyecek öyle ufak tefek bir şeyler yok, en ufağı buttan başlıyor. Mekana bakan delikanlı "Abi baklava, kadayıf getireyim." diyor. Getirsin, enerji lazım. Velakin, baklava içerden değil, yola park edilmiş bir Reno Steyşın Vagondan geliyor. Reno'yu daha önce farketmemişim, şimdi görüyorum. Biraz tereddüt var, fakat Reno baklavası hiç fena değil. Hatta dağ başında bayağı iyi bile denebilir. Yok canım, dağ başından bağımsız bayağı iyi bir baklava bu. Ağır toplarla kıyas tutmazsa da en azından Hacıbozanoğulları, Mado, Güllüoğlu falan oralara beş basar. Denemek isteyen olursa plaka no: 57 HL 374. Beyaz Reno. Sinop-Samsun karayolu.

Son rampanın ardından aşağı yukarı 70. km'de düze iniyorum. Solda bir tane Karayolları Bakım Şefliği var; oradan 7-8 köpek fırlıyor peşim sıra... Aslında tek tek olsalar bir iki yüz metrede olay bitecek ama içlerinden bir teres diğerlerini de gaza getiriyor. Havlasalar da öyle büyük bir maraz yok, ısıracak köpek işi ilk 10 adımda bitirir zaten. Yine de, Ulus'tan inerken bunlardan biri bisiklete kafayı gömüp, ikimize birden havada takla attırdığından beri eski rahatlığım yok. Köpeklerle flörtüm 1.5-2 km. devam edip -iki taraf için de- olaysız bitiyor.

Bundan sonrası çoğunlukla düz yol. Biraz karşı rüzgar var ama rahat gidiliyor. Gel gör ki hava kararmak üzere ve iki ihtimal var: Ya kastırıp gece 10'da falan Samsun'a girilecek ya da bu gece Bafra'da geçirilecek. Zorlamanın ve karanlığa kalmanın anlamı yok, Bafra'da kalıyorum. "Hem, Kadir İnanır'ın memleketinde bir gece kalalım, havasını soluyalım. Şöyle az, öz ve 'ülen'li konuşalım." diye geçiriyorum kafamdan. Kalmak için yine öğretmenevine gidiyorum; Bafra öğretmenevi 5 yıldızlı otel konforunda... Çarşının da biraz dışında olunca Bafra'ya çok inmiyorum. Yemeği halledip, ardından "dinlenmeye çekiliyorum." Şimdilik sahilde çok uzun zaman geçirecek değilim; yarın Samsun'u görüp, içeri Amasya tarafına uzanacağım.


Gece uykumun bir yerinde Kadir İnanır'ın Bafra'lı değil Fatsa'lı olduğu aklıma geliyor.

Resimler: Bedesten'de bir dokuma atölyesi (Sinop), Kızılırmak (Bafra).
* Al Pacino'nun meşhur filmlerinden biri. 75 yapımı.

Çocuklar (11. Gün)

Boyabat-Sinop
Bugün katedilen mesafe: 114 km
Toplam katedilen mesafe: 1337 km
Bisiklet üzerinde geçen süre: 7:14
4 Temmuz 2007, Çarşamba

Bu aslan parçasının adı Tekin... Boyabat'ın dışında oturuyor. Aslında hesapta Tekin yok. Ne var? Sinop yol ayrımından hemen önce karşıma çıkan çift katlı bir İETT otobüsü var. Öylece parketmişler; lastikler falan patlak, içi boş. Üzeri Garanti Bonus reklamı ile kaplı... Zaten Edirne'den buraya kadar, İstanbul'u saymazsak, bu otobüsün süslemesi dışında Garanti'yi görmüş değilim. Tam bir seçkinci ve büyük şehir bankası Garanti... Bir dahaki sefere İş ya da Ziraat'ten hesap açtırmak lazım. Anadolu yollarında Garanti'ye bel bağlamak sakat.

Lafı Tekin'e bağlarsam.... İşbu Garantili çift katlı DAF'ı "Boyabat'ta işi ne?" babında fotograflamak için durmuşken bir yerlerden Tekin çıkageliyor. Gözüne de güneş vuruyor galiba, öyle kısık kısık bakıyor. Konuşmak yok. Ben de ona bakıyorum. Bakışıyoruz. İsmini soruyorum, söylüyor. Ben malum vites sorusunu bekliyorum ama, yok. Tekin, ağır abi... "Hadi senin fotografını çekeyim. Bana söyle yakışıklı yakışıklı bak bakayım." diyorum, hazırola geçiyor. Buralarda böyle... Resmini çektikten sonra gülümseyerek gidiyor Tekin. Garantili otobüsten rol çalıyor. Garanti'ye müstehak.

Sinop ayrımından sonra yol, önce hafif bir rampa çıkartıyor. Derken eğim artıyor ve muazzam bir çıkış başlıyor. Tam 12 km. Hava bu kadar sıcak olmasa yokuş zor gelmeyecek belki ama sıcak yol uzuyor. Yine de dağa yukarı kıvrıla kıvrıla, ya da kıvrana kıvrana mı demeliyim, çıkıyorum. Yukarıda 8-10 km'lik bir düzlük var, buradan aşağıların görüntüsü şahane. Ardından bir çıkış daha... Bu seferki biraz daha kısa, 6-7 km kadar. Dranaz Yokuşu burası, 1365 metrede bitiyor. İnişe geçiyoruz.

Düze doğru inerken Erfelek yol ayrımı var. Belki şelaleleri görürüm umuduyla dalıyorum ama Erfelek'te acı haberi veriyorlar: Şelaleler bu mevsimde kuru. Yine de yol hem Erfelek'e kadar, hem de Erfelek-Sinop arasında çok güzel. Yolu düşenlere, anayoldan ayrılıp Sinop'a bu güzergahtan gitmelerini öneririm. Bozuk ama değer. Harika köy yolları, bağlar, bahçeler ve serenderler görüyorsunuz. Daha doğuda da çok var bunlardan ama ben serenderlerin en büyük ve güzellerini burada gördüm. 'Serender' ne mi?

Bu arada, Sinop deniz kenarında, yolu düz olur diye bir şey yok. Neredeyse Sinop'a girinceye kadar rampaları 1-2 km'lik iniş-çıkışlar var. Şehir uzaktan görünüyor. Bu, iniş-çıkışları biraz daha iç kıyıcı yapıyor. Belli, sahil yolu Cide'den bu yana değişmemiş. İne çıka, ine çıka akşamüstü Sinop'a giriyorum.

Sinop'ta daha yerleşmeden yapılacak ilk iş bir bisikletçi bulmak. Artık tekerler yalpalamaya başladı çünkü, bisiklet biraz ayar istiyor. Yolu tarif ediyorlar, karşılıklı iki bisikletçi buluyorum. Ben hangisine gireyim diye düşünürken, sağ taraftakinden bir çocuk çıkıyor. Gayet otoriter "Evet, ne vardı?" diyor. Bu, Sadık; Sadık müşteri kapmayı biliyor. Sadık, babası ve dedesi aynı dükkanda beraber çalışıyorlar. Dede ayarı yapacak ama bir saat sürer diyorlar; o zamana kadar Sadık'ı bana yoldaş katıyorlar, beni öğretmenevine götürmesi için. Tekin'in aksine Sadık konuşkan. Okulunu, öğretmenini, okulun bahçesinden çıkarılan tarihi eserleri anlatıyor. Müzenin yanından geçiyoruz, bahçedeki sütunları ve birkaç mozoleyi gösterip "işte şunlar" diyor. Sinop'a gelen mantı yemeden gitmemeliymiş, onu da Sadık'tan öğreniyorum. Öğretmenevini gösteriyor. Unutmadan ekliyor "Siz şimdi girip kendinizi tanıtın, 'Edirne'den geliyorum' deyin, size hemen yer verirler." Sadık'a bir kola ısmarlayıp uğurluyorum, neticede öğretmenevi uçacak değil. Sadık'ın verdiği taktik sağlam ama öğretmenevinde yer yok. Belki de ben repliği elime yüzüme bulaştırdım, bilmiyorum. Mecburen Melia Kasım'a gidiyorum. Mecburen dediğime bakmayın; denize nazır, eski ama küçük ve güzel bir otel burası.

Sinop da güzel şehir. Akşam iskelede balık, salata ve bira... Sebebini bilmiyorum ama bira çarpıyor. Ancak bir kahve sonrası kendime geliyorum. Sokaklarda dolaşıyorum. Sinop bende tarihi dokusuna mı yoksa sahil turizmine mi odaklansa karar verememiş bir şehir izlenimi bırakıyor. Sanki seçim ikincisinden yana kullanılmış gibi... Tarihi binalar kafeye çevrilmiş, gece boyunca her yerde "canlı müzik" çalıyor. En çok çalınan da cennet. Herkes aynı Mr. Göçer gibi ıkına ıkına ve her ağız açışta ton değiştirirek "Cenneti değişmem saçınınııın teeliiineee..." diye bağırıyor. Meşhur hapishaneyi merak ediyorum ama ziyarete kapalı. Müzede, Sadık'ın okulundan çıkanların ve birkaç Osmanlı kıyafetininin, elişinin dışında pek fazla birşey yok. Güzel olmasına güzel Sinop ama benim hayalimdeki küçük, sakin ve tarihi bir sahil şehri değil. Hayalle gerçek -Şile'deki gibi burada da- örtüşmüyor; belki biraz da bu yüzden Sinop bende burukluk yaratıyor.


Yarın "Kadirizm'in memleketi" Bafra'ya doğru yola çıkıyorum.

Resimler: Tekin, Meraklısı için serender bu, Gölgeli Sadık, Sinop'ta bir sokak eğlencesi.

Kastamonu (10. Gün)

Kastamonu-Boyabat
Bugün katedilen mesafe: 117 km
Toplam katedilen mesafe:1223 km
Bisiklet üzerinde geçen süre: 6:06
3 Temmuz 2007, Salı

Aşağı yukarı 9-10 günü ve yazıyı devirdik, artık malumunuzdur: Bu yazıları yazmak pek de kolay değil ama yolculuğun şu ana kadarki en zor yazısı bu. Çünkü ne yazsam Kastamonu'nun hakkını veremeyeceğim hissi var içimde. O yüzden burada ne okursanız okuyun, rağbet etmeyin; gidin Kastamonu'yu kendi gözlerinizle görün.

Bir önceki akşamdan başlıyorum Kastamonu'yu gezmeye... Saat kulesi var, oraya çıkıyorum. Kuleye yol hükümet konağının arkasından çıkıyor. Hükümet konağı çok şık bir yapı. Vedat Tek çizmiş planını, 1910 yılında yapılmış. Atatürk, Harf Devrimi'ni bu binanın önünde açıklamış. Bendeki kitaplardan birisi "Türkiye'nin en güzel hükümet konaklarından biri" diyor. Sadece konak değil, onun merkezinde yer aldığı U şeklindeki idari kampüs de çok güzel. Ortada Şerife Bacı Anıtı var, Kurtuluş Savaşı şehitlerinden... Zaten Kastamonuluların en çok gurur duydukları şeylerden biri bu: İşgal görmemiş olmalarına rağmen savaşta en çok şehit veren üç ilden biri olmak. Valilikten saat kulesine kadar güzel Kastamonu evlerinin ilklerini görüyorsunuz. Bir de yukarıdan güzel bir şehir ve kale panoraması var.

Evler çok hoş, üzerinde "Korunmalı tarihi eser statüsündedir." tabelası olmayan yok gibi. Sadece evler açısından bakıldığında bile Kastamonu'dan 8-10 tane Safranbolu çıkar. Belki daha fazla... Birkaç yıl önce tarihi eserlerin kıymetini bilip restorasyona başlamışlar. Bazı konaklar onarılmış; şimdi müze, okul, sergi evi ya da lokanta olarak kullanılıyorlar. Tarihi eserlerin restorasyonu konusunda çok bilgili değilim, ama biliyorsunuz içinde yaşadığımız coğrafyada bu, ahkam kesmek için bir engel değil. O yüzden bu konudaki İngilizce'den çeviri beş kuruşluk fikrimi söyleyeyim: Bana sanki bu iş çok da bilinçli yapılmıyormuş gibi geldi. Misal, konaklardan en büyük ve de en güzellerinden biri "Kırk Odalı Konak" diye biliniyor. Şehre hakim bir tepenin üzerinde. Eskiden Ermeni Papaz Okulu imiş. Şimdi, özel bir okula onarımını yapmak ve anaokulu olarak kullanmak üzere kiralamışlar. Ben gittiğimde güvenlik görevlisi arkadaş gezdirdi. O anlattı; binanın bahçeye açılan bir tüneli ve mahzeni varmış, toprakla doldurup teras yapmışlar. Orijinal badananın üstüne alçı sıva çekmişler. Sadece bir bölgeye çerceve koymuşlar, millet orijinalini görsün diye. Peki gerçekten 40 oda var mı? Güvenlik görevlisi "Vardı ama onarım sırasından biz bazı odaların duvarlarını yıkıp birleştirdik." diyor. Dediğim gibi ben bu işten pek anlamam ama adında 'kırk oda' geçen bir binanın odalarını yıkmak pek aklıselim bir iş gibi gelmiyor bana.

Aslına uygun ve güzel restore edilmiş konaklar da yok değil. Bunlardan biri Eflanili Konağı; şimdi yöresel yemekler sunan bir lokanta olarak kullanılıyor. Akşam yemeğine buraya gdiyorum. Çok fazla kimse yok, bana "turist işi" yapıyorlar; yemeklerin hepsinden azar azar hazırlayıp getiriyorlar. Ecevit çobası, banduma, etli ekmek, elma ekşisi, Kastamonu baklavası ve helvası... Baklavayı bir kenara bırakalım, onun dışındakiler güzel...

Bir başka konak Etnoğrafya Müzesi haline getirilmiş, sabahki gezimin duraklarından birisi de orası. Bina çok güzel. Müze olarak da iyi, yalnız nereden bulmuşlarsa birtakım cansız mankenler bulmuşlar. Kadın-erkek hepsinde maşallah boylar bir doksan, tenler beyaz, sakallar kırçıl. Kastamonu yerlilerinden ziyade Norveçli balıkçıları andırıyorlar. Eski çıkrıklar, örsler, kilim dokuma tezgahları bu Norveçli tiplerin elinde pek eğreti duruyor.

-3 saniye Neutrogena esprisi molası-

Konakların dışında Kastamonu'da, çoğu dini bir sürü tarihi eser var. Hemen tamamı en az 500 yıllık, camilerin ve türbelerin bir kısmı daha da eski, Selçuklular zamanına uzananlar var. Bunların ziyareti sabahı beklemek zorunda ama akşam hala gidilebilecek bir yer var: hamam. Tarihi hamamlardan bir ikisi hala işliyor, ben bana yakın olan Arabacı Pazarı Hamamı'na gidiyorum. Yapım yılı 1508. Benden başka müşteri yok. Hamamcı "Kese, masaj ister misin?" diyor. Yoldan gelmişim. "Hepsinden isterim." diyorum. Muamele süper, muhabbet daha da süper. Öyle dereden tepeden gidiyoruz, hamamcı çok saygılı... Saygıda kusur kesinlikle olmuyor ama konuşma ilerledikçe cümle içindeki küfür sayısı artıyor. Zaten Kastamonuluların çoğu böyle konuşuyor. Küfrün yerinde kullanılmadığı cümle ögesi yok gibi ama en çok bağlaç vazifesi görüyorlar. Bir Adanalı olarak kendimi memleketimde hissediyorum. Bir hamamcı, bir ben, karşılıklı siyaseçilere ana-avrat dümdüz gidiyoruz. Bu arada masaj ve kese yolun tüm yorgunluğunu attırıyor; ben böyle daha 1000 km giderim.

Hamam dönüşü, otelin lobisindeki çaylı muhabbetin tam ortasına düşüyorum. Muhabbeti edenler, Kastamonulu bir abi ve resepsiyoncu çocuklar. Eflanili'den çıkarken küçük bir kutu kesme helva almıştım, masaya onu koyuyorum. "Ya hocam, biz bunu her gün yiyoruz." falan deseler de helva makbule geçiyor. Yabancı olunca biraz Kastamonu tarihi dersi alıyoruz. Kastamonulular ilin tarihini anlatmaya meraklı; söylemekten en çok zevk aldıkları şey de “bir zamanlar Üsküdar’ın buralara bağlı olduğu.” Bunu bir kontrol etmek lazım. Dediğim gibi, kaldığım bir gün içinde benzer hikayeleri birkaç kez dinliyorum, nedense bunlarda ilin tarihi hep Kastamonu'nun Türkler tarafından fethiyle başlıyor. Daha öncesi yok. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Gaslar…vs. envai çeşit halk buralarda hiç yaşamamış gibi. Aslında pardon, o kadar da değil. Arada sırada Bizanslılar'dan falan bahsediliyor. Ama onlar da fetih hikayelerinin dolaylı tümleçleri ya da işi gücü olmayan bazı Kastamonular bulabilsin diye yüzyıllar öncesinden sağa sola defineler gömen sevimli gavurcuklar olarak…

Oteldeki sohbet ertesi gün için çok yararlı oluyor. Zira, belediye bir broşür hazırlamış turistler için ama eserlerin oradaki isimleri ile halk arasındaki isimleri birbirinden farklı. Misal, “Atabey Camii” diye sorduğunda “Kasamonu’da yok öyle bir cami.” diyorlar ama “Kırk Direkli Cami” dersen hemen bir üst sokakta çıkıyor. Caminin duvarında da “Atabey Gazi Camii” yazıyor ha!

Camiler ve medreseler muhteşem… İsim isim bahsetsem çok uzun sürer ama bazılarının özellikle kapı, mihrap ve tavanlarındaki ahşap işlemeler harika. Hemen hemen hepsi açık, çünkü içlerinde yazlık Kuran kursları var. Hoşurt diye içeri girerek çok ders bölüyorum. Başta, "Hocalarla papaz olur muyuz?" diye çekindiysem de korktuğum olmuyor. İnsanlar çok candan burada… İçerden çıkıp, caminin özelliklerini anlatıyorlar, çay ikram ediyorlar, ziyaretim için teşekkür ediyorlar. Burada misafirsiniz, önemli olan sizi hoş tutmak. Çocuklar dersten geri kalsa da olur, ayetler bir yere kaçmıyor.

Ağlı’nın kahveleri, Kastamonu’nun türbeleri... Başlıcalarından biri Aşıklı Sultan Türbesi. Böyle arayınca bulunmuyor tabii; “Yanık Evliya Türbesi” diye arayacaksın. Kastamonu'nun fethi sırasında şehit olduğuna inanılan ve burada yatan evliyanın ayaklarını mumyalamışlar. Ayaklar cam mahfazanın içinde, kaidenin dışında öylecene duruyor. Bu ayakları dışarda bırakmanın hikmeti nedir öğrenemedim ama en çok ziyaret edilen türbelerden biri burası. Benim gibi sabahın pekinde dolaşmaya çıkınca tabii kimse olmuyor etrafta.


Şehirde diğer türbeler ve hatta tarihi eserler bir yana, Şeyh Şaban-ı Veli Türbesi bir yana… Herkes beni oraya yönlendiriyor. Önce kaleye çıkıp, sonra buraya yöneliyorum. Kastamonu kalesi benzeri pek çok kale gibi; bakması güzel. Türbe ve külliyesi, kalenin arkasındaki aynı adlı caddenin üzerinde... Şaban-ı Veli, Halvetilik denilen tarikatın kurucusu… Türbe de, yanındaki cami de görülesi yerler. Ama asıl güzel olanı müze… Ben mesela üç boyutlu hat örneklerini ilk kez burada görüyorum. Türbenin yakınında, zemzem ile aynı lezzette olduğuna inanılan Asa Suyu akıyor. Güzel tesadüf, benim de elimdeki su bitmiş zaten; koca şişeyi dolduruyorum. Maalesef, Asa Suyu doyumluk değil, tadımlık.

Velhasıl-ı kelam, ben daha sayfalarca Kastamonu’yu bina bina, sokak sokak anlatırım ama sıkılırsınız. Şehir çoook (isteyen 'o' sayısını dilediği kadar arttırabilir) güzel, insanlar çok içten ve konuksever. Ben çok sevdim, bir daha, bir daha gidilesi ve daha uzun kalınası bir yer Kastamonu. Ama bir dahaki sefere "Oh-hoo, Kayseri'ninki de bir şey mi?" diye methedilen pastırma mevsiminde gitmek lazım.

Benzinciler haklıymış; bir gün once “öğleden sonra gezer, sabaha çıkarım” dediğim şehirden saat 3 gibi zor ayrılıyorum. Yol üstünde Taşköprü’de kısa bir mola… Taşköprü, kuyu kebabının anavatanı; sırf Taşköprü'de kuyu kebabı yemek için Kastamonu'dan öğlen yemeği yemeden çıkıyorum ama maalesef geç kalınca kebabı kaçırmışız. 11-2 arasında oluyormuş sadece. Taşköprü, Kastamonu’nun küçük ama daha bakımsız bir kopyası, evler iyice harabeye dönmüş. Bir iki yere bakıp, sonra çıkışında Pompeiopolis’e de uğruyorum ama harabelerde görülecek çok fazla birşey yok.


Buradan sonrası dosdoğru Boyabat. Yol biraz bozuksa da, çok iniş çıkış yok. Rahat bir sürüş oluyor. Sadece Boyabat’a yaklaşırken bir iki rampa var, o kadar. Yola biraz geç çıkmanın da etkisi ile kalesi ve Hababam Sınıfı esprisi meşhur Boyabat’a ancak akşam karanlık bastırırken ulaşabiliyorum.

Boyabat ile ilgili anlatacak çok fazla bir şey yok. Taşköprü'de ıskaladığım kuyu kebabın tadına burada bakıyorum. Yemek yerken bir yandan da gezi kitabından Karadeniz'deki festivallerin tarihlerine bakıyorum, belki bir ikisine denk gelirim. Kebapçının densiz oğlu, "A-a, bizim festivallerin tarihlerini de mi koymuşlar oraya?" diyerek dalıyor benim masaya. Gazi İşletme'de okuyormuş. Habira gezi kitabının yazarına giydriyor, Boyabat'a hakettiği ilgiyi göstermediği için. Normalde ben böyle tipleri eğlenceli bulurum ama bu biraz fazla sevmsiz. Masadan erken kalkıp otele dönüyorum. Erken yatıp biraz dinlenmek lazım; yarın Sinop’a kadar yol zorlu…

Resimler: Kastamonu'dan iki ev görüntüsü, O ayaklar bu ayaklar, Taşköprü Taş Camii.

Düşler Tarlası (9. Gün)

Şenpazar-Kastamonu
Bugün katedilen mesafe: 130 km
Toplam katedilen mesafe: 1105 km
Bisiklet üzerinde geçen süre:
7:23
2 Temmuz 2007, Pazartesi

Şenpazar'dan çıktık yola... Akşam indiğim şahane vadide yol alıyorum. Bir çay akıyor; bir sağ, bir sol tarafıma geçiyor. Ya da aslında sola sağa geçen benim, bilmiyorum. İki tarafta kayalıklar, arada sırada birkaç evlik köyler, küçük bahçeler ve tarlalar... Valla Kanyonu burası. Bu harika yol 50 km kadar devam ediyor. Genelde düz, pek öyle iniş ya da çıkış yok. Gibi...

Vadinin çıkışında ilk durak Ağlı... Nüfus 2700 galiba. Ağlı, Kastamonu'nun ilçesi olarak geçiyor ama ilçeden çok kasaba gibi. Köy meydanı gibi bir yerde üç beş dükkan ve bol miktarda kahve var. Bol miktarda... Tam olarak söylemek gerekirse 21 tane. Bunlar meydana bakanlar, aralara girip bakmadım. Ağlı'da her aileye bir kahve düşüyor; Ağlılar kahve keyfi yapıyor, Türkiyem kazanıyor.

Ağlı'nın az ötesinde İnebolu-Kastamonu yoluna birleşiyor ve hafif bir rampa çıkıyorum. Yukarıda "Oyrak Geçidi, Rakım 1210" yazıyor. Bre aman... Ben bu yüksekliğe ne zaman çıktım. Tevekkeli bisikletin bir türlü hızlanmaması bundanmış, ayarıyla boşa oynamışız. Sabahtan beri düz bellediğim yol tatlı tatlı çıkıyormuş da haberim yokmuş.

Buradan Kastamonu'ya kadar yol çok rahat. Ama Kastamonu'ya hemen girmiyoruz; 10 km kala Daday yol ayrımını sormak için bir benzinciye giriyorum. Çalışanlar "Abi, Daday yolu kolay, hele sen gel bir çay iç." diyorlar. Çay içip konuşuyoruz ikindi serinliğinde... Ben, "İkindiüstü ve akşam Kastamonu'yu gezerim, sabah da yola koyulurum." deyince gülüyorlar, biri "İşin zor. Bizim Kastamonu'yu gezmeye bir gün yetmez." diyor. Bakalım.

Daday yoluna dönme sebebi, yolun 14 km ilerisindeki Kasaba Köyü. Köyde 14. yy'dan kalan bir cami var. Adı Mahmutbey Camii. Kastamonu'da Mahmut'lardan yana kısmetimiz açık. Caminin diğer adı, çivisiz cami. Ahşap tavanı ve kirişleri birbirine geçmeli olarak durduğu, ve yapımında hiç çivi kullanılmadığı için bu adı almış. İşçiliği kitaplara girmiş, bendekilerin hepsi "görmeden gitmeyin" diyor. Eh, madem Mahmut Bey yapmış, biz de görmeden gitmiyoruz. Olağanüstü etkileyici bir yapı bu; tavan ve ahşap süslemeleri hakikaten çok güzel. Geldiğime de, gördüğüme de değiyor.

Ben camiyi gezerken uzaktan beni izlemişler, çıkışta köylüler el ediyorlar "çaya buyur" diye. Zaten buralarda nerede dursan, muhakkak çay ya da ayran ikram ediliyor. İnsanların camiyi merak edip köye gelmelerinden köylüler çok memnun. Başka türlü dikkat çekecek bir yer değil çünkü... Memleketimi soruyorlar. Bir önceki gün de Hataylı bir çift buradaymış. "Her gün birkaç kişi geliyor camiyi ziyarete." diyorlar. Onlardan öğreniyorum, caminin orijinal kapısını geçen yıl çalmışlar. Jandarma hırsızları yakalamış, kapıyı da kurtarmış. Kastamonulu bir ustaya orijinal kapının aynısından yaptırıp, camiye onu takmışlar. Orijinal kapıyı Kastamonu Etnografya Müzesi'ne koymuşlar. Orada bir köşede, cam muhafazanın içinde duruyor öylece...

Artık istikamet Kastamonu... Akşam 5 gibi Kastamonu'dayım. Şehirde birkaç otel var ama en ilginci Osmanlı Sarayı. Eski belediye binasını onarıp otele dönüştürmüşler, 1925'te Mustafa Kemal şehire geldiğinde buradaki birkaç odada toplantı yapmış. Çok güzel bir bina, odalar çok güzel, üstelik fiyatlar da makul. Öyle olunca kendime bir kıyak yapıp gece burada kalıyorum. Ömrümüzde bir kere olsun sarayda uyuyalım.

Tam otele yerleşirken fark ediyorum ki spor ayakkabımın teki yok. Oysa köydeyken arka bagajda idi. Lastikler gevşemiş, ayakkabı düşmüş. Buralarda ayakkabı bırakacak değilim, üstelik İstanbul'a dönünce daha çok koşacağız o ayakkabı ile. Çaresiz, tekrar koyuluyorum köy yoluna... Vücudumdan Freud Freud sesler geliyor. Bu, akılsız başın cezası olduğu için odometresiz bir yolculuk, kayıt dışı. Ayakkabıyı şehrin 10 km dışında, Kasaba yol ayrımında buluyorum.

Kastamonu inanılmaz bir yer... Ben en son Mardin'i gördüğümde bu kadar etkilenmiştim. Benzincinin söylediği doğru çıkıyor; Kastamonu'ya akşam yetmiyor. Ertesi gün de ancak saat 3'te ayrılabiliyorum şehirden. O da zorla... O yüzden Kastamonu'yu ayrı bir yazıyla anlatmak daha doğru olacak. Zira kahve reklamında dendiği gibi "O bunu hak ediyor."

Resimler: Kasabaörencik köyünden bir mahalle, Mahmutbey Camii'nin içinden iki ayrıntı.

Türkün Yokuşla İmtihanı (8. Gün)

Amasra-Şenpazar
Bugün katedilen mesafe: 117 km
Toplam katedilen mesafe: 975 km
Bisiklet üzerinde geçen süre: 9:13

1 Temmuz 2007, Pazar

Amasra'da gün de, sürüş de erken başlıyor; saat 6'da yoldayım. Bugün turun en çetin günlerinden biri... Amasra'nın içinden başlıyor yokuş. Şehre gidenler bilir, iki dik yamaçtan birinden inerek geliniyor. Eh, her inişin bir de çıkışı var. Yaklaşık 5-6 km çıkıyorsunuz dik dik. Sabah sabah iliğiniz kemiğiniz ısınıyor. Aşağı yukarı 400-500 metre yüksekliğe çıktıktan sonra iniş başlıyor. Amacım abartıp bu yazıları avcı hikayelerine çevirmek değil. Ağırlık olmasın diye yanıma GPS almadım, o yüzden yüksekliği tahminen yazıyorum. Rakım daha az ya da fazla olabilir. Deniz seviyesie kadar olan iniş en az çıkış kadar eğimli ve virajlı, yol da çok iyi değil. Dolayısıyla eller hep frenlerde... Neticede çıkışta bacaklara yükleniyorsunuz, inişlerde de el ve ayak bileklerine. Tabii sözüm bisikletçilere; araba kullananlara hava hoş.

İndik. Sonra... Sonrası yok. Bir daha 5 km dik çıkış, ardından çıktığın gibi tekrar deniz seviyesine iniş. Sonra bir daha, bir daha, bir daha... Uzun ve kocaman bir 'roller-coaster'ın içindeyiz. Empati olsun diye 'iniş' ve 'çıkış'ı bu kadar sık kullanmam.

Bu yolu çekilir, ne çekiliri düpedüz eğlenceli kılan şey, manzara... Deniz birkaç yüz metre yukarıdan da, burun dibinden de çok güzel. Kıyıya her inişte karşınıza bir köy çıkıyor ve her köye özel bir koy... Arazi çok eğimli olduğu için tarla, bağ-bahçe çok az; dağ taş orman. Ama ne orman!

Yol üstündeki ilk büyük durak Kurucaşile... Amasra'ya 45-50 km uzaklıkta. Büyük dediysem, nüfus 2700. Amasra'nın daha göz ardı kalanı, daha küçüğü, daha bozulmamışı... Koyu harika. Denizi de öyle. Sahilde iki küçük motel var. Dikkatinizi çekerim, günlerden pazar; Amasra insan kaynarken burada tatil yapan sadece bir aile var. Sahilde de, sokak aralarında da küçük tersaneler var; Kurucaşile, çok gördüğümüz ahşap takaların üretildiği yerlerden biri. Gün boyu seyredebilirim ben bu marangozhane/tersane faaliyetlerini... Hatta elime verseler, akşama kadar çivi neyin çakarım, yorulmam. Ama daha gidecek yolumuz var.

Kurucaşile-Cide arasındaki 25 km boyunca makus talih üç aşağı beş yukarı aynıysa da çıkışlar görece biraz daha insaflı. Bu yol üzerinde de şahane koylar var. En güzeli Gideros. Kayalar doğal dalgakıran vazifesi görmüş, koy içerde göl gibi duruyor; cennet gibi bir yer. Bir tarafında güzel bir alabalık lokantası, diğer tarafında küçük bir köy var. Kurucaşile gibi burada da sadece üç-beş aile var. Cide'de ikinci mola... Bilmiyordum, Cide Rıfat Ilgaz'ın memleketi imiş. 6-7-8 Temmuz'da Rıfat Ilgaz Festivali düzenliyorlar. Rahmetli, öyle aman aman bayıldığım bir yazar-şair değil, o yüzden bunu yazarken kocaman ünlemler geçmiyor aklımdan ama notlar arasında bulunsun. Gün gelir, bir bilgi yarışmasında çıkar, lazım olur.

Cide'de kıyı yoluyla vedalaşıp, içeri kıvrılıyorum. Karşınızda Küre Dağları... Cide'nin çarşısından başlayarak 15 km boyunca günün en zorlu tırmanışı var. Muhteşem manzaraya baka baka çıkıyoruz, pedal çevirip manzaraya bakmaktan başkaca da yapacak bir şey yok zaten. Denizden 945 metre yukarıda zirve... Ardından çıkış kadar virajlı ve uzun bir yoldan şahane bir vadiye iniliyor. Yarınımın da epey bir kısmı bu vadide geçecek. Vadi güzel ama akşam da olmak üzere, kapağı atabileceğim en yakın yer, inişten 7-8 km uzaklıktaki Şenpazar.

Şenpazar, Kastamonu'ya bağlı, nüfusu 2100. Ben Havsa'yı hor görmüşüm küçük şehir derken. Şenpazar'da otel yok, motel yok, öğretmenevi yok. Ama Mahmut Bey var. Mahmut Bey, Akşam Sanat Okulu'nun müdürü... Okulun bir odasını misafirhane olarak ayırmışlar, Mahmut Bey'e hikayemi anlatınca büyük zevkle bana orayı tahsis ediyor. İçerde bir çamaşır makinası da var, onu da kuruyor Mahmut Bey, çamaşırları da bir güzel yıkıyoruz. "Ben sabah erken yolcuyum." deyince de "Sorun değil hocam, al anahtarları. Sabah çıkarken anahtarı içerde bırakırsın, kapıyı çekersin çıkarsın." diyor. Koca okul gece bana emanet. Yahu ben hırlı mıyım, hırsız mıyım? Sabahleyin giderken girişten büstü söksem götürsem ne olacak? Ya da gece okulu ateşe versem? İnsan bir sormaz mı?

Şehre tekrar dönüyorum; hem karnımı doyurmak, hem de ufak tefek alışveriş yapmak için. Tam bu şehirde "Mahmut Bey'den başka cevher var mı?" diye merak ederken, Şenpazar bana ikinci sürprizini yapıyor. Şehrin tek lokantasında hayatımın en güzel çoban kavurmasını yiyorum. Vay Şenpazar vay! Fazladan bir gün daha kalsam kim bilir daha neler bulacağım.


Şenpazar'da gece, bir yanda seyahat notlarını düzenlerken, diğer yanda okulun aşağısında, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını ve kurbağa seslerini dinleyerek geçiyor.

Resimler: Ayrılırken Amasra, Kurucaşile'de tekne yapanlar, Asla yalnız değilim, Bu kavurma o kavurma.

03 Temmuz 2007

Dinlenme (7. Gün)

Çaycuma-Amasra
Bugün katedilen mesafe: 60 km
Toplam katedilen mesafe: 858
Bisiklet üzerinde geçen süre: 3:21
30 Haziran 2007, Cumartesi


Bugünün planı, akşamdan sabaha Çaycuma-Amasra ve Çaycuma-Safranbolu arasında gidip gidip durdu. Bu, biraz da asıl hedef Kastamonu'ya sahilden Cide üzerinden mi, yoksa içeriden Safranbolu-Karabük üzerinden mi gideyim meselesi. Ancak Çaycuma'dan gidiş de gelişi gibi çakıl çakıl, öyle olunca seçim belirginleşiyor: Bu yol Safranbolu'ya kadar çekilmez, çekilse çekilse Amasra'ya kadar çekilir. Bakın şimdiye kadar asfalt kalitesi hakkında çok olumsuz birsey yazmadım, zaten buraya kadar fena da değildi yol. Ancak böylesi asfaltlar olduğu sürece bu tur gitmez.


Gitmiyor da zaten... Amasra ayrımından kısa bir süre önce arka lastik patlıyor. 850 km sonra ilk vukuat. Havası yavaş yavaş inen lastiği birkaç kez şişirip Amasra'ya kadar idare etmeye çalışıyorum. Bu arada Amasra'ya anayoldan iki ayrım var; biri şehre batıdan, diğeri daha yukarıdan ve doğudan giriyor. Ben ilk sapaktan dönüyorum. İyi de yapıyorum, zira burası asfalt olarak anayoldan daha güzel. Bu arada anayolu bilmiyorum, herhalde aynıdır, ama buraya dönenleri manzaralı, ormanlık ama yaklaşık 4 km'lik bir çıkış bekliyor. Nereye çıktığınızı bilmeden öylece gidiyorsunuz, ve Amasra ve deniz bir ikramiye gibi tam tepenin en başında kendini gösteriyor. Çıkarken hadi bir şekilde idare ettik ama Amasra'ya inişte savrulma ve kayma riskinden nihayet lastiği değişitiriyorum. Yolun geri kalanı sorunsuz.


Neticede kısa bir gün... Bu fena da değil, zira son üç günün iniş-çıkışlarından sonra bacaklarda hem bir yorgunluk, hem de yer yer çekme var (biraz hava ve deniz raporu ağzı oldu, farkındayım). Bu kısa ama meşakkatli, yeni Türkçe ile fırfırlı, günün mükafatı Amasra'da öğleden sonra ve akşam keyfi... Biraz deniz, biraz uyku... Gece, yan taraftaki otelin barında bir kadın çığlık çığlığa şarkı söylüyor. Bu benim uyumama engel değil. Gün sessiz değilse de sakin sona eriyor.

Yazıyı bitirirken farkettim, Bartın'dan hiç bahsetmemişim.


Bu arada bu etapla ilk hafta bitti, dolayısıyla bu sayfaya iyi kötü bir harita yakışır. Yeşille işaretli olanlar katedilen yollar. Kahverengi dikdörtgenler de her günün son bulduğu yeri gösteriyor.

Gelecek Program: Amasra-Şenpazar ve Şenpazar-Kastamonu

Pek Yakında: Kastamonu-Boyabat ve Boyabat-Sinop

Mağaralar (6. Gün)

Akçakoca-Çaycuma
Bugün Katedilen Mesafe: 143 km
Toplam Katedilen Mesafe: 798 km
Bisiklet Üzerinde Geçen Zaman:6:15
29 Haziran 2007, Cuma


Bendeki bir seyahat kitabında "Kocaali'den, Akçakoca'dan itibaren gerçek Karadeniz başlar." yazıyor. Tatlı bir esinti altında ve bulutlu bir havada Akçakoca'dan ayrılıyor, 'gerçek' Kardeniz'de yol alıyorum, Ereğli'ye doğru.

Hava çok güzel, yol daha da güzel. Biraz dar ve önceki günlere kıyasla biraz kalabalık ama yine de düz ve etkileyici bir sahil yolu var önümde. Ereğli'ye kadar... Artık kıyıya dik ve yemyeşil dağlar başlıyor; bir tarafta yamaçlar diğerinde deniz... Akçakoca'nın çıkışında yağmur başlıyor, 10-15 dakika sürüyor; yağmur altında dağlar da, yol da daha güzel bir hal alıyor. Yolculuğun şu ana kadarki belki de en keyifli sürüşü bu. Alaplı taraflarında kaşıdan üç yol bisikletli geçiyor; selam veriyorum ama çocuklar çok konsantre... Herhalde Ereğli-Alaplı-Ereğli yapıyorlar, zira biraz sonra arkamdan geliyorlar. "Sağdan sağdan" diye telaşlı telaşlı bağırarak.

Ereğli-Zonguldak bölgesi bir mağaralar cenneti; Gökgöl, Cumayanı, Kızılelma, Sofular, Ilıksu, Erçek, Cehennemağzı, İnağzı, Çayırköy bendeki kitapta ismi sıralananlardan bazıları. Buraya kadar gelmişken hiç değilse yol üzerindekileri görmemek olmaz. Cehennemağzı ilk durak, zaten Ereğli'ye çok yakın. Cehennemağzı aslında üç mağaradan oluşan, bir zamanlar Herkül'e (Arnold Schwarzenegger) ev sahipliği yapmış, kilise ya da sunak olarak kullanılmış, haklarında bir dolu hikayeler anlatılan fantastik bir mağaralar kompleksi... Bu hikayeleri dinlemek eğlenceli ise de mağara olarak o kadar da etkileyici değil.

Bu iki şehirde de şaşkınlığa uğruyorum; zira tersaneler ve demir-çelik fabrikası şehri Ereğli'nin de, maden ocağı şehri Zonguldak'ın da kirli ve bulanık yerler olacağı yönünde bir ön yargım vardı. Her ikisinde de yanılıyorum, pırıl pırıl, tertemiz, sakin ve çok güzel yerler buralar.

Yolu anlatmayı unuttum. Ereğli'ye kadar yol düz. Ereğli'den Zonguldak'a gitmek için 7-8 km'lik canavar gibi bir rampa çıkmak gerekiyor. Bir yükseklik ölçüsü yok ama tahmini 600-700 metre yüksekliğe çıkıp bir 10 km de yukarılardan Karadeniz'e baka baka gidiliyor. Ağırlıklı olarak çam ormanlarıyla kaplı bu yol. Hem denize doğru hem de dağ tarafındaki manzara harika. Zirvedeki bu uzun ve düz sürüşten sonra Kozlu ve Zonguldak'a doğru iniş başlıyor.

Zonguldak'ta uzunca bir mola... Aslında güne başlarken Zonguldak'ta kalma fikri ile yola çıkmıştım ama şehri gezdikten ve dinlendikten sonra biraz daha yol alma isteği depreşiyor. İki alternatif var: Filyos'a kadar sahil yolunu takip etmek, diğeri de içerden giden dağ yolu... Sahil yolu cazip ama dağ yolu üzerinde de Gökgöl mağarası var. Mağaranın hatırına içerden gidiyorum.

Gökgöl, Cehennemağzı'ndan biraz farklı ve çok daha etkileyici... Yanlış değilsem 3700 metre uzunluğunda ve harika travertenler ile bezeli... Bunun 875 metresini yolla kaplayıp, ışıklandırıp ziyaretçilere açmışlar, bu gezi yolunu yapmak için de doğal olarak biraz tahribat yapılmış aslında. İçerde yol boyunca bir ney müziği eşlik ediyor ziyaretçilere... Müdüriyet öyle takdir etmiştir ya da bilemiyorum belki de mağaracıların iç sesi böyle bir şeydir ama bence Kudsi Ergüner buraya gitmemiş. Ben sessiz sedasız gezmeyi tercih ederdim. Buradaki personel çok sıcak, ben çıktıktan sonra çay içip epey laflıyoruz. Zaten lafa biraz daha kalsak benim Zonguldak'a dönüp yola yarın devam etmem gerekecek. O yüzden davranıp tekrar yola çıkıyorum.

Dağ yolu çok hafif ama uzunca bir rampadan oluşuyor ve rahat çıkılıyor. Sonrası Devrek-Çaycuma yol ayrımına kadar iniş ya da düz. Ayrımda sola kıvrılıp Çaycuma'ya yöneliyorum ve burada bir yol bisikleti kabusu başlıyor: çakıl asfalt. Çaycuma'ya kadar hoplaya zıplaya 10-12 km böyle...

Çaycuma'dan önce kağıt fabrikasının kokusu karşılıyor insanı, müthiş ağır bir koku. Tarifi zor... Allahtan şehrin içinde pek hissedilmiyor. Zaten kokunun yarattığı o ilk olumsuz izlenim şehre girince değişiyor. Burada da eski ama çok hoş öğretmenevi binasıda kalıyorum. Ben geldiğimde binanın yanındaki pazar alanı toplanıyor. Cumaları burada ve Bartın'da tüm satıcılarını kadınların oluşturduğu meşhur "Garıla Pazarı" kuruluyormuş. Ucundan kaçırmışız. Sağlık olsun.

Resimler: Ereğli-Zonguldak arasında bir yol manzarası, Kayalıklar üzerinden Kozlu ve Zonguldak, Gökgöl Mağarası'nın içinden bir görüntü.

02 Temmuz 2007

4N, 1Z, 1K (5. Gün)

Ağva-Akçakoca
Bugün Katedilen Mesafe: 150 km
Toplam Katedilen Mesafe: 655 km
Bisiklet Üzerinde Geçen Zaman: 7:42
28 Haziran 2007, Perşembe

Şu 5 güne dayanarak söylüyorum, en çok sorulan 6 soru şöyle:
  1. Nereden geliyorsun?
  2. Nereye gidiyorsun?
  3. Nerelisin?
  4. Ne iş yapıyorsun?
  5. Zorlamıyor mu?
  6. Kaç fites?

İlk 3 eşyanın tabiatı... 4 ve 5'i doğrudan "Abi deli misin?" diyemediklerinden soruyorlar. Doğru dürüst iş güç sahibi, aklı başında adam bisiklet üstünde böyle dere bayır gezmez çünkü. Sonuncuya gelince, bizim milletin bu vites merakını anlamış değilim. Cevabı (18) duyunca büyükler şöyle bir geriye yaslanıyor, çene hafif yukarı kalkıyor, gözler kapanır gibi oluyor; yüzlerinde bir "Bizim amcaoğlu geçen sene bunun 50 fiteslisini getirmişti Almanya'dan." bakışı... Çocukların bazısında biraz müstehzi bir zafer edası var; belli ki onlarınki 21 ya da 24'lü. Trakya'da bu vites dünya rekorunun altında çok eziliyordum ama yolun bu tarafında alıştım artık; zaten yaptığım yol artık "Tamam, vitesten kaybediyor biraz ama adam sağlam galiba." intibaını doğuruyor yavaş yavaş. Bu vites konusu yine de biraz hassas...

Yola gelelim. Ağva'dan sabah erken çıkıyorum; bugün sıcaklık biraz daha düşük, hafif bir esinti var. Keyifli bir sürüş başlıyor. Yol, önceki günler gibi; Kaynarca'ya kadar hemen hemen hiç düz yer yok, bir iniş bir çıkış. Değişik olan fındık bahçelerinin artık sağlı sollu iyiden iyiye artması...

Kandıra'da kısa bir mola. Oradan Kaynarca ve Kaynarca'da sıvı takviyesini müteakip ine çıka Karasu istikameti... Karasu'ya gelmeden Denizköy diye bir yer var, orada düzleşiyor yol. Denizköy'den biraz önce bir köyde mola veriyorum; biz bakkalla 3N, 1Z, 1K bağlamında söyleşirken üç dört çocuk bitiyor. Çocuklardan biri Almanca bir şeyler soruyor bana... Böyle şeyleri en çok yapanlar Alman olduğu için beni Alman sanmışlar. Benim yerime bakkal "Yok lan, Türk Türk." diyerek açıklıyor. Delikanlı, ailesiyle beraber Avusturya'dan tatile gelmiş; bilmiyorum ama sanki arkadaşlarına Almanca konuşup hava atma fırsatı çıkmayınca biraz bozulmuş gibi. Zaten biraz sonra gidiyor. Bizle kalan arkadaşına kendimi sevdirmişim demek ki, yola çıkarken bana uyarıyı eksik etmiyor: "Abi, dikkat et, turist sanıp çarpmasınlar. Bizim bu aşağıda Denizköy'ün, Karasu'nun cığaracısı çoktur."

Cığaracılar'dan dolaylı da olsa sıyırıyorum. Zira Denizköy'de yol düzleşiyor, üstelik arkamıza sağlam da bir rüzgar alıyoruz. Öyle olunca Karasu'yu da, Kocaali'yi de transit geçip gidiyorum. Yol aşağı yukarı 30 km kadar dümdüz, Kocaali'den 20 km sonra, Akçakoca'dan 15-20 km önce tekrar iniş çıkışlı hale geliyor. Yalnız buralar aynı zamanda yolculuğun belki de en güzel bölümleri, zira artık fındık bahçeleri falan yok, fındık ormanları var. Gözün görebildiği her yer fındık ağacı... Arada Karadeniz de gözüküyor uzaktan.

Akçakoca'ya girmeden hemen önce... Rampa çıkıyorum. Karşı şeritte bir motorsiklet geliyor, üzerinde iki kişi. İkisinin de yüzleri dönük beni seyrediyorlar; bu arada ikisi de çekirdek çitliyor. Gülsem mi, dehşete mi kapılsam bilmeden bu sefer de ben fara yakalanmış tavşan gibi onları seyrediyorum.

Akçakoca'da öğretmenevindeyim, geceliği 47 liraya... İkindinüstü gelmişim zaten, sahile inip denizi bir de burada deniyorum. Akçakoca'nın denizine girilemiyor. Binbir zahmet girdiğinde bu sefer de çıkamıyorsun. O kadar sert dalgalı... Plajın bir kenarı kayalık, dalgalar oraya vuruyor. Çocuklaşıp kayalara çıkıyorum; dalgalar önce kayalara, ardından sekip bana çarpıyor. Bir nevi masaj etkisi... Bir nevi. Ben inerken birkaç genci görüyorum oraya çıkan. Akşam yemeği için öğretmenevine dönerken sahili "trendsetter"lığın verdiği havayla geçiyorum.

Resimler: Fındık bahçeleri, Akçakoca Merkez Uzay Gemisi -pardon- Camii.

27 Haziran 2007/4. Gün

İstanbul-Ağva
Bugün Katedilen Mesafe: 107 km
Toplam Katedilen Mesafe: 505 km
Bisiklet Üzerinde Geçen Zaman: 7:21

İstanbul'da verilmiş zorunlu bir günlük aradan sonra tekrar yoldayım. Nazım bu sefer de Arda hocama geçiyor, sağolsun sabahın köründe beni Anadolu Hisarı'na atıyor. Edirne'den bu yana ısınma turlarıymış, asıl yolculuk şimdi başlıyormuş gibi hissediyorum. İstikamet Polonezköy üzerinden önce Şile, ardından da Ağva... Polonezköy'den ötesini, Cumhuriyet dahil görmüş değilim; hevesim biraz da o yüzden...

Ayrıntılarda çok fazla bir şey yok aslında... Bu, İstanbul'lu bisikletçilerin çok gidip gelidkleri ve iyi bildikleri bir yol. Bazısı 2 km'yi bulsa da genelde kısa ama nispeten dik iniş-çıkışlar var. Günün yegane, yegane olduğu için kendiliğinden en ilginç olayı, buharlaşmadan Ağva'ya ulaşabilmiş olmam. Hava öyle böyle değil, çok sıcak. Önceki günler de sıcaktı ama bu seferki böyle basık, nefes almayı zorlaştıran bir şey. Münasip yerlerime günde iki posta 50+ korumalı güneş kremi sürüyorum; o mübarek de alçı gibi, kollarıma yapışıyor bembeyaz. Su almak için durduğumda, ilk "geçmiş olsun" diyorlar. Yanık ya da yara merhemi sanıyorlarmış.

Havanın biraz soluk aldırdığı tek yer Polonezköy. Beykoz yokuşu sırılsıklam etmişti ama Polonezköy, sabah 7'de müthiş serin. Taze ve ıslak nebatat kokusu var havada, harika. Aklı olan orada kalır, bir yere gitmez; olmadığı için ben devam ediyorum. Güzel ormanların ve Erol Evgin tasarımı köy evlerinin arasından Şile'ye doğru...

Su tedariklerini saymazsak ilk mola Şile'de. Aşağı yukarı 72km... Şile, nedense benim hayallerimde böyle küçük ve şirin bir sahil kasabası olarak canlanmış. Belki çok fazla eski Türk filmi seyretmişimdir, bilmiyorum. Ama şehir artık küçüklükten de şirinlikten de uzak betonarme bir cehennem. Şile ile ilgili tek güzel anım benim oraya varışımdan kısa bir süre sonra her nasılsa yağmurun yağması... Yağmur yağarken ben bir kahvede çay içip gazete okuyorum; bir önceki gün Şile'de, İstanbul'da şimdiye kadar ölçülen en yüksek sıcaklığa (43.2 derece) erişildiği yazıyor. Bir gün öyle bir gün böyle Şile'de çok vakit geçirmiyorum, Ağva'ya devam ediyorum.

Pek çok yerden duydum, Şile-Ağva sahil yolu kötüdür diye ama onları sevindirecek bir haberim var. Yol yapılıyor. 42 km'nin topu topu 10 km'si bozuk, onda da çalışma var. Seçime kadar tamamı biter herhalde. Bu yolda artık aralarda fındık bahçeleri gözükmeye başlıyor. Yol inişiyle çıkışıyla güzel olmasına güzel de hava çok sıcak. Hem sıcaktan hem de sık aralıklı su alma molalarından dolayı biraz yavaşız bugün. Yavaş gittikçe sıcakta daha çok zaman geçiyor, sıcakta kaldıkça daha da yavaşlıyor insan. Yumurta-tavuk, tavuk-yumurta...

Öğleden sonra Ağva'ya varıyorum bir şekilde. Ağva, Şile gibi değil; hala küçük, hala şirin. Bir otel bulup odaya çıkıyorum. Yatağın üzerinde bir battaniye, battaniyenin üzerinde "Seni Seviyorum" yazıyor. Bu mevsimde, bu sıcakta battaniyeninki karşılıksız aşk. Denize gidiyorum; deniz harika, en azından İğneada'daki gibi deniz anası yok.

Akşam yemekten sonra dolaşıp sabah için biraz kuru incir almak için Malatya Pazarı'na uğruyorum. Tezgahtar, "Abi, biraz da pestil, sucuk, atom falan istemez miyiz? Biliyorsunuz bunlar enerji veren yiyecekler." diyor hınzırca gülerek. Biliyorum.

Fotoğrafa gelince... Bisikletçilerin çoğu böyle yola çıkınca, dayanamaz, içinde bisikletin kıçının, gidonunun, tekerinin gözüktüğü resimler çeker. Ben ahdetmiştim, böyle zıpırlıklar yapmayacaktım. Bir güneşaltı zaafiyet anında ahdımı bozduğumun resmidir efenim.