08 Temmuz 2007

Tokat'tan Niksar'a (15. Gün)

Tokat-Niksar
Bugün katedilen mesafe:58 km
Toplam katedilen mesafe: 1836 km
Bisiklet üzerinde geçen süre:3:34
8 Temmuz 2007, Pazar

Bisiklete binenler bilir; iyi esen kaşı rüzgar benim diyen yokuştan daha çok yorar adamı. Önceki gün öylesine 120 km pedal çevirince yorulmuşum,. Yorulduğumu Tokat’a varınca anlıyorum. O yüzden burada biraz dinlemek lazım.

Tokat’a girerken Yeşilırmak karşılıyor beni (ucuz edebiyat), ya da başka bir deyişle, Tokat’a girerken Yeşilırmağı görüyorum, şaşırmıyorum (alıntılı edebiyat). Gelgelelim bu dediğim şehrin Karşıyaka denilen girişinde; merkeze yaklaşırken yol ile ırmak ayrılıyor birbirinden. Yanisi, Amasya gibi ırmağın üstünde değil, kenarında kurulmuş Tokat. Irmaksız merkezde öğretmenevi varmış, benim görmek isteyeceğim yerlerin de dibindeymiş, oraya yöneliyorum.

Resepsiyondaki kız sevinçle “Hocam çok güzel zamanda geldiniz. Tam Tokat kebabı zamanı şimdi, yemeden Tokat’tan ayrılmayın.” diyor. Tamam, çok güzel! Ben de zaten Tokat’a Tokat kebabı yemeye geldim. Ama ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Üstelik benim gibi Antep’te yetişmiş bir Adana’lı için “kebabın zamanı” kavramı bir oksimoron. Ama Allahtan bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Sorunca öğreniyorum: Tokat kebabı, taze yaz sebzeleri ve kuzu etiyle hazırlandığı için şimdi tam mevsimiymiş. Kışın turfanda sebzelerle yapıldığı da oluyormuş, daha çok turistik yerlerde, ama lezzet aynı lezzet değilmiş. Ne yazık ki, ben yerleşeyim, duş alayım, çıkayım deyinceye kadar biraz geç oluyor. Tokat kebabından yemek sabaha kalıyor. Kebap yerine yiyecek daha “ufak tefek” birşeyler ve daha çok da bolca sıvı alıp öğretmenevine dönüyor ve “dinlenmeye çekiliyorum”.

Artık alışılmış ve
anlaşılmış olacağı üzere Tokat’ta da gün erken başlıyor benim için. Ali Paşa Hamamı ve Camii var merkezde;Karşılıklı bu iki binayı da 1570’li yıllarda II. Bayezid’in damadı yaptırmış (Bilin bakalım damadın ismi ne?). Hamam için bendeki kitapların birinde “Dış görünüşü itibariyle Türkiye’nin en güzel hamamlarından biridir” yazıyor. O kadar çok hamam görmedik ama doğru olabilir. Çift kubbeli mimari gerçekten de çok yakışıklı. Kubbelerden biri erkekler, diğeri de kadınlar hamamı için. Bendeki yorgunluk biraz da psikolojik, öyle uyku falan kar etmiyor, geçse geçse ancak şöyle güzel bir hamam sefası ile geçer. Eh, tutan ya da de kovalayan day ok; öyle olunca ayanamayıp dalıyorum Ali Paşa Hamamı’na… Öncekilere göre çok büyük, çok gösterişli; diğerleri hamamsa bu daha çok bir yıkanma kompleksi (“Yıkanma kompleksi” nedir abi?). O gün bir düğün varmış, ailenin tüm erkekleri toplaşıp gelmişler; sonuçta kese için biraz sıra bekliyorum. O beklemeye de değiyor, hamamdan çıktığımda pamuk gibiyim.


Tokat’ta tarihi eserlerin neredeyse tamamı şehrin eski kısmında, birkaç kilometrekarelik bir alanın içinde. Bunların da epeycesi, şehrin gururu Gazi Osman Paşa’nın isminin verildiği ana cadde üzerinde. O yüzden gezmesi çok rahat… Ali Paşa Camii şehirdeki camilerin en büyüğü olmasına rağmen daha önce benzerlerini görmüş olunca çok etkilemiyor. Taşhan var, çok güzel bir bina ama şu anda restorasyonda. Ben biraz korsan giriyorum. Bina şimdi de “Benim” diyor ama asıl içinde dükkanlar ve insan hareketi olunca görmek lazım herhalde. Şehirdeki medrese, tabii ki ismi Gök Medrese, şimdi müze olarak kullanılıyor. Medreseden bozma müze etkileyici ama sanki biraz bakıma ihtiyacı var.

Aslında aynı şey tüm Tokat için geçerli… Tokat, eski şehri itibariyle tarihi bir hazinenin üzerinde oturuyor ama o hazine kaybolmak üzere. Eski evlerin, konakların çoğu harap olmuş, bedestenler ya yıkılmış ya da toprağın altında kalmış. Birkaç eserde onarıma başlamışlar ama sanki bu kadar geç kalmasalarmış daha iyiymiş. Tokatlılarla konuşup Amasya’dan bahsedince genelde “Amasya da şehir mi canım? İki dağ arasına sıkışmış kalmış. Bak Tokat’a… Hem Amasya’dan daha eski, hem de yeri düz” diyorlar. Ama orada yapılabilen burada yapılmamış ya da birşeyler yapıldıysa da geç kalınmış. Sonuçta Tokat viran olmuş biraz.

Sağlam kalan ya da bir şekilde onarılmış yapılar daha çok camiler. Çoğunun avlusu bu yaz günlerinde çocuklar için oyun bahçesi… Tabii namaz vakitleri dışında. Namaza yakın, ya cemaatten biri ya da imam gelir gibi oluyor, çocuklar çil yavrusu gibi dağılıveriyorlar. Bir ara durup fotoğraf çekecek oluyorum, çocuklardan biri gelip “Camiyi cekip de ne yapacan? Onu çekme, beni çek” diyor. Adı Nihat. Nihat bir yerde haklı. Camiden vazgeçmiyorum ama onun da bir resmini çekiyorum.

Amasya’daki gibi genelde camilerin kapısı kilitli. Sebep aynı sebep.., Çoğunu pek de merak etmiyorum aslında; merak ettiğim bir tek Ulu Cami var. 13. yüzyıl yapısı ama yılı pek bilinmiyor. Orası da kapalı… Etrafında dolanırken Ahmet geliyor, küçük bir velet. Resmini çekmemi istiyor. Tokatlı çocuklar pek bir özgüvenli bu konuda. Avludan “Gel gel” eden biri var, Ahmet’in dedesiymiş. Hoca gelip camiyi açana kadar onunla laflıyoruz dereden tepeden. Az sonra hoca da gelip kapıyı açıyor; Ulu Cami dışarıdan son derece mütevazi görünen bir yapı ama içerisi bambaşka bir alem. Harikulade güzellikte süslemeleri olan bir ahşap çatısı var. Kolonlar desenli, desenler şahane. Caminin hikayesi aslında çok “Turkish”. Dayanamayayım, bir sonraki parağrafta anlatayım.

Eskiden cami, kolonlar ile aynı desenlere sahip Acem dokuması halılara sahipmiş. Daha sonra kolonların üzerini –bilmiyorum ne zaman ve niye- sıvamışlar. Öyle böyle cami bu yüzyıla kadar gelmiş. Derken, her ne akla hizmetse demişler ki “Bu halıları müzayede usulü satalım”, halıları İstanbul’a göndermişler. Bu arada Bakanlık ya da Vakıflar tarafından müzayede durdurulmuş. Ama yolda bir yerlerde halılar da “uçmuş”. Bir depremde kolonların sıvalar kısmen dökülüncen alttaki motifler çıkmış ortaya. Cami üzerinde çalışan bir akademisyen, halıların kaldırılmadan önceki resimleriyle karşılaştırınca farkemiş ki kaybolan halılarla kolonların üzerindeki desenler aynı. Bunun üzerine sıvaları tamamen söküp kolonların süslemelerini tekrar ortaya çıkarmışlar. Bu yakınlarda da Tokatlı işadamları önayak olmuş, orijinal desenli makina halıları dokutulmuş ve camiye konulmuş. Böylece cami biraz yapay da olsa orijinal görünümüne kavuşmuş. Tabii orijinal halılar şimdi kimbilir nerede?

Öğlen… Nihayet Tokat kebabı ile tanışma vakti... Tokat kebabı lezzetli bir şey; sebzeli, etli şişi kömür fırınına diklemesine koyup öyle pişiriyorlar, sebzeninve etin suyu pişerken birbirine karışıyor. Yanında közde tüm sarımsak ve lavaş ekmeği de veriyorlar. Daha ne olsun; dürüp dürüp yiyorsun. Ben ki, çiğ ya da pişmiş, sarımsağı sevmem, ona rağmen sarımsak kalmadı tabakta. Tokat kebabı o derece, anlayın. Hey gidi günler! Amerikalı arkadaşlar mangala davet ederdi. Arada sırada şiş kebap da yaparlardı ama onların “şiş kebabı” dediği kompozisyon yarım patlıcan, yarım biber, yarım soğan, bir portobello mantarı ve yumruğum kadar bir parça etin ayı şişe dizilmesinden ibaret. Tabii parçalar o kadar kocaman kocaman doğranmış olunca hemen hiç bir zaman adam gibi pişmezdi. Gelgelelim, bizi sebzelerin çiğliğinden ziyade bizi derbeder eden etin azlığı olurdu. Yarma Türk tayfası olarak, “Layn olm, buradan çıkışta marketten kıyma alalım da köfte yapalım, adam gibi karnımız doysun” derdik. Öküzmüşüz hakikaten, meğersem adamlar bize Tokat kebabı yaparmış, hiç haberimiz olmazmış.

Bu güzel anıdan sonra devam edelim. Kebabı da yedik, artık yola koyulma vakti… Karar verdim, bugün uzun sürüş yok; yolculuk sadece Niksar’a kadar, o da taş çatlasa 60 km. Ancak yine de yola erken çıkıp Niksar’a erken varasım var. Belki de yol yakın olunca “Hai patlak lastikleri de tamir ettireyim de yola öyle çıkayım” diyorum. Dediğim anda da başucumda bir çocuk bitiyor:“Abi, tartıyım mı?”. Çok temiz yüzlü… Tartı da bahane, aslında bisikleti merak etmiş. Bir bisikletçi tarif ediyor, ben de ona çıkarıp bir lira veriyorum. İtiraz… Tartılmazsam almazmış. Tartıcı çocukların prensipli olanlarının oldum olası hastasıyım. İyi bari, tartılıyoruz. Bisikletçi yok, kalfası var. Tamire girişiyor. Usta az sonra geliyor. Acayip sıcakkanlı bir adam. Aslında tanıştığım tüm Tokat’lılar öyle... Benim bu bisikletle dolanma hikayesine bayılıyor. Gençliğinde o da çok dolaşırmış, o yüzden. Tamir bitene kjadar çay içip epeyi bir laflıyoruz. Usta seviyor beni, Tokat kebabı yedirmeden beni bir yere göndermeyeceğini söylüyor. Daha yarım saat önce yediğime zor ikna ediyorum. Borcumu soruyorum, küfretmişim gibi bakıyor. Para da veremiyorum. Kastamonu’dan tanıdık bir durum… Velhasıl, Tokat’tan, yıpranmışlığına biraz üzülerek ama insanlarına olanca sıcak hisler besleyerek ayrılıyorum. Yolculuk artık Külebi’nin “vaktiyle bir serçe kadar hür olduğu” yere, Niksar’a… Gördüğünüz gibi bugün çok edebiyiz.


Niksar yolu yine bağlık bahçelik… Rüzğar yine karşıdan esiyor ama Allahtan bugün yol kısa. Yaklaşık 30 km boyunc hafif hafif tırmanıyor yol. Ondan sonra asıl yokuş başlıyor: Önce 3-4km, biraz dinlendirdikten sonra bir 7-8 km daha. Tepeden Kelkit Havzası ve Niksar Ovası’nın görünüşü muhteşem. Karşıda Doğuı Karadeniz Dağları var; doğuya doğru da benim güzerğahım kuzeye doğru da bitmezmiş gibi uzanıyorlar. Niksar ovanın ucunda, bu dağlara yaslı… Yolda istikametimi söylediğim birkaç kişi, Akkuş Yokuşu’nu nasıl çıkacağımı soruyordu. Şimdi buradan bakınca aynı soruyu ben de soruyorum aslında ama bu akşam Niksar’dayız. Yarına Allah kerim.

Resimler: Tokat kebabı, Tellaklar, Nihat, Ahmet ve dedesi, Niksar'da Ulu Cami'nin avlusunda imamı görünce kaçan çocuklar

Hiç yorum yok: